14
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1167
Okunma

Çağırmasa gitmeyecekti. Üzerine paltosunu aldı ve sokak kapısını açtı. Çocukluğundan beri süregelen gelenek devam etti ve kapı gıcırdadı. Öncekilerden daha mı içliydi bu sefer? Yıllar öncesinden ninesinin yalvarmasını hatırlatıyordu:
“Aman bey, artık hallet şu kapıyı. Sabah akşam gırç gırç, beynimi deldi vallahi. Artık torun da bizde, iyiden iyiye zıvanadan çıktı.”
Dedesinin “Olur, hallederiz”leri de gıcırmanın yankısı gibiydi. Kapı gıcırdarsa mutlaka dede de bu sözleri ederdi. Bir seferinde Rasim Efendi gerçekten halletmeyi denedi. Sonuç şaşırtıcıydı:
“Bey, senden kapının gıcırtısını kesmeni istedim, sen kapıyı boyamışsın.”
Dede oralı bile olmamıştı.
“Nine! Dedem kapıyı niye yeşile boyamış?”
“Bilmem yavrum, herhalde hacca filan gitmeyi planlıyordur.”
Dede asla hacca gitmedi. Yeşil kapı ise geçen yıllarla solgunlaştı. Rasim Efendinin cenazesi evden çıkarken o da sonbaharını yaşıyordu. Yeterince beklenince kış da geldi. O gün Ayşe kapıyı açtığında ise yeşilden çok çürümeye yüz tutmuş ahşap rengindeydi. Ama sesindeki inlemede bir değişiklik yoktu. Ninesinin siyatiği yüzünden çektiği azabı paylaşıyor gibiydi. Belki de bir deniz kabuğu misali, kapı ninesinin inlemelerini hapsetmiş, evden kaçıp uzaklaşmak isteyenlere nineyi siyatiğiyle başbaşa bıraktıklarını hatırlatıyordu.
Dışarı çıkıp, kapıyı kapadı. Yağmur devam ediyordu. Göğü bir şemsiye mesafesine getirdi ve yürümeye başladı. Kendisini çağırmıştı. Uzunca bir mektup yazıp, kuryeyle yollamıştı. Kötü yazısı yüzünden mektup daha da uzunlaşmış, belki de en dokunaklı olacak yerinde yazdıkları iyiden iyiye okunmaz olmuştu. Bir tek sondaki mesaj açıktı: Seni görmek istiyorum, söyleyecek çok önemli şeylerim var!
Önemli şeyler geride kalmıştı, farkında değil miydi? Ilk karşılaştıkları okul kantini mesela: İkisi de mezun olmuşlardı. Ya ilk gittikleri sinema tüm protestolara rağmen yıkılmamış mıydı? El ele tutuşmanın verdiği heyecan? Geçen ay o da yerini Yağız’ın elini itmeye bırakmıştı. İlk öpüşme? Füsun’a sormalıydı, Yağız’la ilk öpüşmenin nasıl olduğunu konusunda en son haberler ondaydı. Ya Gümüşhaneli Ekrem’in işlettiği Milano kafedeki buluşmaları? Ekrem onlara kuytuda bir masa ayırırdı. Onlar da gün boyu orada otururlar, saat başına bir çay söylerlerdi. Fazla yakınlaşırlarsa Ekrem başlarına dikilir, konuşacak bir konu yaratırdı. Onlar da ister istemez Ekrem’in suyuna gider, onu masalarına davet ederlerdi. Bir seferinde
“Neden Milano kafe? Hiç gittiniz mi Milano’ya?” diye sormuşlardı.
Büyük bir gururla “Gitmedim” demişti Ekrem. Hemen ardından eklemişti: “Ama müşteriler de gitmedi.”
Milano kafenin bol dumanlı, kesif havasını sürekli çalan müzik de yaramazdı. Bir uğultu şeklinde kulaklara gelir, canı çok sıkılanlara “Acaba çalan neydi?” oyununu oynatırdı. Ayşelerin canı ise asla sıkılmamıştı. Bu yüzden şimdi kaldırımda hızlı hızlı yürüyen genç kadına sorsanız size çalan tek bir şarkının adını bile söyleyemezdi.
“Bu yüzden mi bizim şarkımız hiç olmadı?” diye içinden geçirdi.
Kendisi farkında olmasa bile Ayşe’nin bir şarkısı vardı: Mesut’un dinlediği. Şarkıyı dinlemekten de öte içinde hissetmek istediğinden olsa gerek Mesut sesi daha da açtı. Kendince de eşlik ediyordu müziğe: Kolin ol görls! Kolin ol boyz! Belki de bu yüzden fren bile yapmadı, hız kesmeden artık kaldırımda yürümeyip sokağı geçmeye çalışan Ayşe’ye vurdu. Ayşe’nin ayakları yerden kesildi ve ikinci kattan düşen bir çuval edasıyla arabanın kaputuna çarptı. Mesut ne olduğunu anlamadı, araba yola devam etti, Ayşe kaputun üzerinden yola yuvarlandı. Az ileride Mesut durup kapıyı açtığında müzik de arabadan can havliyle çıktı. Artık özgürdü.