24
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2609
Okunma

Bir de teselliye kalkıyor bizi
her sabah kapımıza bıraktığı kara gün ile
utanmaz hayat.
Kaç saattir bu sandalyede oturduğumu hatırlamıyorum. Annem soba borularını temizlerken elini kesti. Bir iki sövdü babama. Sonra sardı eteğine kanayan elini, taşlıktan doğru taksici Sami’ye bir ıslık çaldı. Koştu geldi Sami. Yine her zamanki gibi, annemin çarşıdan bir şey ısmarlayacağını sanmış olacak, deri montunun cebinden küçük bir not defteri çıkarttı. Fakat annemin eteğine sarılmış elini görünce, defteri tekrar cebine sokup, durakta bekleyen arabasını aldı geldi.
İyi adamdır sağ olsun. Fakat arada içer, karısını döver. Karısı da dövülmeyecek gibi değildir ama. Mahallenin uydusu. Döner durur yörüngede. Her akşam izleriz onları annemle. Sade biz değil, bütün sokak izler. Sami arabayı evin önüne çekerken, karısı mahallenin öteki yakasından sökün eder. Tanır kocasının fren sesini. Nerede tünemişse fırlar kalkar yerinden. Kapıda kesişir yolları. Sami kızar. Hangisi çalışıyor belli değil. Adam evden çıkar, arkası kapanmadan düşer yollara Neziha. Beş çocuğunu okula bırakır sonra ver elini Solaklar Mahallesi. Yazı kışı yoktur onun. Üşenmez de onca yokuşu adımlarken. Yarım dünya gibi de bir şey. Yine de sever onu Sami. Her sene bir çocuk yaparlar.
*
Annem bağırıyor. Kolay değil, et deliniyor. Ta oturduğum yere geliyor hışırtısı. Havada hastalıklı bir koku. Başım dönüyor.
Burası Azrail’in hayatla pazarlığa durduğu yer. Keskin hamleler, hayati müdahaleler sessiz bir sır gibi dönüyor koridorlarda. Alt katta morg var. Bir üst katta doğumhane. Ölülerin morarmış dudakları soğurken, sımsıcak et parçaları dökülüyor dünyaya. Biri geliyor, biri köşeyi dönmek üzereyken…
Annem ağladıkça, içimden parça parça pıhtılar kopuyor. Azalıyorum. Ne zaman bir ağlayan görsem dilimde aynı tat. Hayat seni hiç sevmiyorum!
Bir kadın… Kucağında küçük bir kız çocuğu. Aceleyle giriyorlar kapıdan. Çocuk ağlıyor. Burnundan sızan kan, önce annesinin hırkasına çarpıyor, sonra acıyla dökülüyor yere. Yerde bilmem ne zamandan kalma işaretler. Birleştirsen bu işaretleri “Beni de kurtarın” diyecekler sanki. Öyle feveran içindeler. Öyle kararmış kalmışlar. Fakat bir kadın daha beliriyor koridorun başında. Pembe önlüklü. Gözleri önüne düşmüş, ölmüş de kütükten silinmemiş bir tip. Elinde leylak kokulu bir paspas. Adımlar havaya kalktıkça, taarruza geçiyor ve her yanı yalayıp temizliyor ölü kadın. Belki de morgda unuttular onu. Sıkıldı yatmaktan da kalktı diklendi. Üşüdü. Koridor sıcak. Kemikleri ısındıkça derisi büzüşüyor. Az sonra erir dökülür şuralara. Başka bir temizlikçi süpürür onu yerden. Bu seferki erkek olur ihtimal.
Kadın, danışmadaki ihtiyar bekçiye yalvarıyor. “Ne olur, sıra bekleyemem. Burnuna düğme kaçtı çocuğun.” Adamın umurunda mı? Önündeki gazeteden yükselen altın fiyatlarına bakıyor. Borcu var belli ki. Yüzünde matem havası. “Anasını satayım, erken bozdurduk karının çeyreklerini” diyor bekçinin yanında dikilen adam. Kadın kaşlarını çatıyor. Çocuk sustu. Kan dondu burnunun altında. Bekçi öfkeyle kapatıyor gazeteyi. Bir çift güzel bacak uzanıyor masaya doğru. Altında “Müjde size” diye yazıyor pembe harflerle. Bekçi bacaklara bakmıyor bile. Evet, illaki borcu var garibin.
“Neyi var çocuğun?”
“Sen doktor musun?”
“Bayan, sıra numarası verecem. Ondan soruyom.”
“Burnuna düğme kaçtı çocuğun.”
Kadın telaşlanmakta haklı. Burun çok önemlidir zira. Hayat kokulardan ibarettir çünkü. Hani kulağına kaçsa, ne diye telaş ediyor diyeceğim. Kulak önemli değildir. Duymazsın altı üstü. Duymadığın için ölmezsin. Aksine çok yaşarsın. Benim de beş yaşından beri ağrır kulağım da, demem kimseye. Bekliyorum, bir gün duymaz olacak. Annemin ağrıdan inleyişlerini duymayacağım. Babamın ağıt gibi türkülerini. İçim burulmayacak her gece, her gece. Çekeceğim yorganı başıma, kanaviçesine baka baka uyuyacağım. Güzel şeyler girecek rüyama. Pembe. Hoş kokulu. Acısız. Elinde elişi torbası, seke seke yürüyecek sokak başına annem. Yüzünde derin bir tebessüm. Hani söksen, yüzünün yarısını götürecek cinsten. Üzerinde mavi bir entari. Sırtında sıcak bir hırka. Sonra babam görünecek elinde poşetleriyle. Pırasa yere sarkacak torbanın birinden. Hiç beyaz olmayacak bıyıklarında babamın. Öksürmeyecek. Gülecek. Ne güzel yakışacak ona takım elbisesi. Ne güzel yatacak saçları bir yana. Ben ne güzel bakacağım onlara…
Bir ses.
Tanrım, birini öldürüyorlar. Bir kadın yırtıla yırtıla bağırıyor dışarıda. Gittikçe yaklaşıyor ses. Çoğalıyor, yuvarlanıyor, ses tellerinin tınısı yayılıyor koridorlara. Herkes o yana bakıyor. Burnunda düğme olan çocuk bile. Az sonra koca bir dünya giriyor kapıdan. Seni tıknaz dünya. Yine mi devrim yapıyorsun? Evet bir devrim bu ve her devrim gibi kanlı. Ve her devrim gibi ilk önce en sevdiğini ağlatıyor. Kadın doğuracak. Kan sızıyor bacakları arasından. Ölü temizlikçi uçarak gidiyor o yana. Kan yerde kalmıyor. Kadın feryat içinde. “Ömer Allah belanı versin. Ömer, boyun devrilsin. Senin yüzünden kaldım bu hallere.” Devrimin babası Ömer’e bakıyorum. Ceketinin içinde kaybolmuş bir adam. Yalnız bir bıyıktan ibaret yüzü. Kara gözleri kızarmış da küçülmüş. Bekçi heyecanla fırlıyor yerinden. Rüzgarı gazeteyi aralıyor. Gözüm alıyor habere. TS 3- Mersin İdman Yurdu 1.
“Yetişin ula, kadın doğuruyor.”
Kimden çıkıyor bu ses? Devrimci Ömer kadının altında kaldı. Kolay doğmuyor umutlar. Zavallı kadın kendinden geçiyor.
Annem nerede benim? Neden sustu. Anne bak, burada neler oluyor.
Kadın doğuruyor.
Sıkış ey insanlık! Biri daha geliyor.
Bir sedyeyle götürülüyor koridorun orta yerindeki bütün çığlıklar. Yalnız Devrimci Ömer kalıyor geride, kolunda hazırlıklarla dolu bebek çantası. İçinde patik vardır onun. Parlak yünden bir çift patik. Nenesi dokumuştur bebeğin. Ölmeden önce belki de. Bir yerde patikler varsa, o yerde mutluluk da vardır. Şu an görünmüyor fakat, pek yakında çalınacak gözümüze. Biliyorum ben.
Hamile kadının hemen ardından, iki adam iniyor merdivenlerden. Ellerinde üzeri çarşafla örtülü bir sedye. Sedyede bir tümsek. Nefessiz, rüzgarsız, gürültüsüz bir tümsek. Geçip gidiyorlarken önümden, bir kol sıyrılıp düşüyor çarşaftan. Tümsek biraz titriyor. Arkalarında ihtiyar bir kadın. Ağlamış da sesi kesilmiş. Yalnız dudaklarını açıp kapatıyor balık gibi. Havaya saydam ağıtlar bırakıyor. İhtiyar kadının kolunda bir genç kız. Tutuyor kemikten parmaklarını. Titriyor eller. İhtiyarın parmağında solmuş bir alyans. Ne zamandan kalma kim bilir. Erimiş etleri kadının. Yüzük düştü düşecek. Yeşil çilli parmağından.
Bekçi durduruyor onları. “Nene bura yasak.” Nene elini uzatıyor tümseğin ardından. Konuşabilse “Adamım” diyecek belli. Mükerrem olsun adı. Öldü ne de olsa. Başka isim gerek bu cisme. Mükerrem tümsek, çoktan kayboldu merdivenlerde. Her yan gülsuyu kokacak az sonra. İmam giriyor kapıdan.
Başımı kaldırıp bekçinin başının üzerindeki levhaya bakıyorum. Hastalar bile sınıflara ayrılmış. Gayri durulmaz artık bu dünyada. Kapısı olsa bir yerinde, billahi aralayıp gideceğim.
“En acil. Çok acil. Acil. Daha az acil. Acil olmayan.”
En acil olanlar, nefesi durmak üzere olanlar. Yani Azrail başında gezenler. Doktorlar onları masaya yatıracak, Azrail’le satranç oynayacaklar. Şah ve mat. Hangi hamleyi beğenirse mübarek gökyüzü, o alacak hastayı.
Acil olmayanlar, ölüler. Yani Azrail’in kazandıkları. Nefessiz tümsekler. Kurumuş nehir yatakları. Ahalisi bir tarafa göçmüş memleketler. Bu ne acıdır böyle. Kaderine terk edilmek. Üstelik kalabalığa en çok muhtaç olduğun bir anda. En üşüdüğün zamanda. Çırılçıplak. Alıp götürüyorlar seni. Ardından gelenlere dur diyorlar.
“Nene dur dedik ya. Yasak ora yasak.”
Bekçi, sen insan değilsin.
Nedir bu içimde köpüren. Sustukça konuşasım geliyor. Fakat sıkı sıkı büzüyorum dudaklarımı. Yine de kenarlardan sıyrılıyor kelimeler.
İhtiyarlar giriyor ve çıkıyor kapılardan. Kollarında evlatları. İhtiyarlar. Ve onların korkak bakışları. Tanrım, işte budur hüzün. Sürütmek bacağını ardın sıra. Engel olamamak ellerindeki titremeye. İnsanoğlu yalnızdır. Bazılarının çok iyi oyuncular vardır etraflarında, hepsi bu. Evlatlar saate bakar. İşleri var, gidecekler. Dünya işte, ne yapacaksın. Durup beklemiyor seni. Mazeret kabul etmiyor. Çok da umurundaymış zamanın, ağrıyan dizleri senin babanın.
İhtiyarlar. Tebessümle bakıyorlar gördükleri çocuklara. Gayri ihtiyari bir gülümsemedir onlarınki. Belki kendileri bile bilmiyordur güldüklerini. Ellerinin titremesi gibi bir şey. Öylesine doğal. Sulu gözlerinin içi gülüyor. Gidenle gelenin, bir tünelde karşılaşıp selamlaşmasıdır bu. Giden hüzünlüdür. Gitmek hep hüzündür zaten. Az kaldı karanlığa. Sonrası kesif bir unutulmuşluk. Yeşil mezar taşları. Eğrelti otlarıyla örtülmüş küflü mezarlar. Geride kalanlara son bir not : “Nerde mezar görsen ellerini aç. Elbet sen de olursun duaya muhtaç.”
Bebek sesi var üst katta. Bir grup çingene toplanıp gelmiş. Doğum odasında gırnata sesi. Göbek atıyorlar belki de. Alt katta büzülüp kaldı Mükerrem Tümsek Bey. Ah ne üşümüştür o şimdi. Biri girse şu an içeri. Bir sigara yakıp yerleştirse dudaklarına. Ciğerleri ısınsa. Erise ağzının kenarındaki donmuş kelimeler, koynuna aksa. Kim söndürüyor bu ışıkları? Hem soğuk, hem karanlık. Gırnata göğe çıkıyor, Mükerrem Tümsek Bey titriyor. Neneyi müşahedeye yatırdılar. O da gider birazdan. Yanındaki genç kıza kalır soluk alyansı. Kız hiç saklamaz, bozdurur onu. Kendisine son moda esvaplar alır. Ruj, oje, allık falan bir de.
“Altın fiyatları delirdi ula” diyor bekçi. Az önceki ölü temizlikçiyle vardiya değiştiren mavi önlüklü adama. Adam bıyığını kaşıyor.
Annem nerede benim?
Sesi de çıkmıyor artık. Nefes alamıyorum. Bebek pudrası ve gül suyu siniyor ciğerlerime. İçimde bariz bir taarruz var. Kelimeler köpürüyor hala dudaklarımdan. Bir şey söyleyeceğim, söyleyemiyorum. Fakat ağlamaklı bir gülüş var yüzümde. Kapının camından görüyorum suretimi.
Annem çıkıyor sonunda. Elini sarmış da top etmişler. Rengi atmış gül yüzünün. Kavrulmuş soğan kokusu geliyor burnuma etekleri titredikçe. İşte bu mutluluktur.
Kol kola girip uzaklaşıyoruz oradan. Kapıda Sami bekliyor bizi. Arabanın camına dayadığı loto kağıdını dolduruyor. Temiz hava. Tanıdık bir yüz. Aynı bulutlar, aynı çukurlu yol. Camı açıp artık arkamızda kalmış hastaneye bakıyorum. Dilimde hala söyleyemediğim sözler. Yalnız; mavi bir kurdela gibi uçuşuyor saçlarımda bir cümle:
Hayat, seni ne çok seviyorum.
...ENGİNDENİZ...