- 1222 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
Güve Yeniği / Fısıltılar / Boşluk
Anlattıklarımın, duyduklarınızdan daha mühim olduğunu anlamalıydınız. Bildiklerinizle yetindiniz, anlamaya çalışmadınız, hep yaptığınız gibi ’yeter’ sandınız; yanıldınız... Hak; verilen değil, alınan bir şeydir. Artık, benim olanı (hakkımı) almak istemiyorum. Bağışla(n)manın o dayanılmaz hafifliğiyle; tıkalı kulaklarınızı, kapalı gözlerinizi, manasız sözlerinizi ve sizi bağışlıyorum. Ödülleriniz benliği övgüye aç acizleri doyuruyorsa, şerefiniz de sizin olsun. Artık kral çıplakken görmek istemiyorum. Yalnızca kesintisiz mavilik diliyorum; gökyüzüm için...
***
Fikirler tartışır, insanlar değil. Düşünceler kasıtlı ve altyapısızsa, tartışmak insanların cehaletini ortaya çıkaran bir araçtır. Düşünceler ikiye ayrılırlar, düşünürler değil. Büyük düşünenler ve küçük düşünenler vardır. İnsanlar değil, fikirlerdir ayrıma düşen ve ayrım yapılmaz bilgiye açsa zihinler. Pas tutan demir değildir her zaman, bağnazlıktan da pas tutar bilgiler.
Sabit fikirli olabiliriz savunuculuk yaparken. Bu düşünmediğimiz anlamına gelmez. Aksine ’yoğunlaşma’dan kaynaklanan sabitlenmelerin derinliğinde inciler yatar. Doğru ve yanlış olan varsayımlar doğruluğu zedelemez. Doğru her yerde ve her zaman diliminde doğrudur ve sabittir. Doğruluğun göreceli olduğunu ileri sürerek, yalnızca kendisiyle çelişkiye düşen insanlar vardır. Bu da doğrunun kişiye göre değil, algıya göre değiştiğini gösterir. Objektif bakış açısı tam da bu noktada devreye girer. Varsayımların peşinden gitmeyenler, gerçekleri gün yüzüyle ve tüm berraklığıyla görebilenlerdir.
Kuramların sürekliliği hayatın akışını belirler. Evren kendinden bağımsız teorilere her zaman yer vermez. İki iki daha dört eder, Dünya yuvarlaktır, pi sayısı sabit sayıdır, kibir insanı dibe çeker, Edebiyat bir sanattır ve bazıları dere otunu sevmez. Değişmeyen kurallar ve yıkılamayan tabular tüm zamanlara meydan okur ve sonunda galip gelen yine değişmezliğin değiştirilemeyeceği döngüsünün kabulüdür.
Yalanı sevmediğini söyleyenlerin, sahteliğin himayesinde siper olunan kendisi olduğunda yalanı beslediğine ve yalanın ardından göz kırptığına şahit olursunuz. Maskeler kurşun geçirmez, kurşun geçiren suretlerin riyakârlığıdır. Bu yüzden maskeliler maskelerine tutkuyla bağlıdırlar. Onları çıkardıklarında çelik yeleksiz çatışmaya girmiş gibi hissederler kendilerini. Gerçek yüzleri savunmasızdır, korunaksızdır ve tehlikelere davetiye çıkarmaya müsaittir. Kimse iftiraya uğramak istemez örneğin, ama iftira atmaktan çekinmeyen diller vardır.
Islıklar her zaman mutluyken düşmez iki dudağın arasına. Mutlu taklidi yapan suçluların şarkısıdır aynı zamanda. Hak savunucuları, yargılar, yargılayıcılar, katiller, maktüller aynı denizin dalgalarına, ayrı yönlerden esen rüzgarlardan tutulurlar. Bazıları olay mahaline döner, bazıları bardaktaki suya tahammül edemez ve bazıları üzerlerine atılmış topraktan süzülen suyla yetinir. Kartallar gibi diş ve pençe bileyenler, yalnızca balıklara odaklanır koca okyanusta. Bir de ’boğulmaktan korkanlar’ vardır ki, onlar içlerinde en çaresiz olanlardır; ne susuz yapabilirler, ne de kendilerini suya teslim edebilirler.
Bir arpa boyu yol gidilemez ağız içinde sakız misali laçkalaştığında cümleler. Komik duruma düşmek değildir önemli olan, dik durabilmektir tüm bildiklerinle. Cesareti ve özgüvenine rağmen güçsüzlerle hemhâl olmayı becerebilenler asıl bilgelerdir. Alay edilenle, alay edenlerin acizliği arasındaki ince duruşun bıçak gibi keskinleştiği anda kalbinin sesine kulak verebilenler için ’yol’ gidilecek en hakikatli seçenek olarak hükmünü vacip kılar, katlini değil.
Kulak ardı olmuş sözlerin ve edilen yeminlerin katışıksız dengesi ve inançsızlığın dengesizliği sonu belirsiz mevsimlere sürüklediğinde iklimleri, varla yok savaşı, med ile cezir arası bir sükunet kapladığında içimizi, ’boşluktur’ bunun adı. Her boşluğa yuvarlanmak gerekmez ama her boşluk içerisine yuvarlananlar ve yuvarlanmaya olası bir vazgeçmişlik sergileyenlerle çevrilidir.
Boşluk; yok olanın eksikliği yahut var olanın fazlalığı değil, içimizin uçurumlarından süzülen kuşların mırıldandığı şarkılara kayıtsız kalmamak için duyduklarımızdan çok anlamaya çabaladıklarımızdır. Fısıltıları herkes işitemez ama çığlıkları sağırlar da duyarlar. Farkındalıksa bir görgü ve yetenek işdir, herkes vâkıf olamaz.
Hepimiz hayatımızdaki güveleri yok etmek için ağırlığınca naftalin saçarız oluklarından taşan dolumlarımıza. Ve ’güve yeniğinin’ açtığı boşluğun kapanmayacağını bile bile umutlarımızı bohçalarız zamanın kollarına...
Bekleriz... Bekleriz... Çok bekleriz...
Hep bekleriz; tazelenmek için...
fulya/kasım2011
YORUMLAR
Bir yazı neden güzeldir?...Yahutta iyi bir yazı nasıl yazılmalıdır?...Acaba bir eserin güzel olması, yazarının kaliteli olmasına mı bağlı sadece...Yoksa güzelliğini ortaya çıkaracak uygun okuyuculara mı gereksinim var?...
Acaba bu soruların cevapları şu cümlede mi saklı:"Söyleyenin olgun okuyanın uygun olması gerekir..."
Başarılar dileğimle....
Bir bilge der ki: 'Ölmeyi öncelikli olarak seçebilmelisin!' Nasıl bir bilgelik ise bu, ölümü dahi yaşamanın birinci şartı düşünmemizi istiyor. Hayal olmayan, somutsallığı ile bize yaşadığımızı hatırlatan ömrümüz içerisinde, ölümü düşünmemizi istiyor. Peki ölüm insana zevk veren bir şey midir de, bizim ölümü düşünmemizi istiyor? Aslında cümleleri okurken, daima ikinci bir cümlenin olabileceği düşüncesine sahip olmak lazım. Tek olarak düşününce, insan bir anda nasıl da yanılgaya düşübiliyor. İnsan ölüme öncelik tanıdı mı, basit endişeleri olmaz. Hiçbir görüntüye tutkuyla bağlanmaz, hiçbir görüntüde de takılıp kalmaz.
Uzun zamandır felsefik olarak yaşadığımız alemi görmeye alışınca, insan hayatın somut kavramları karşısında da kendini çaresiz hissediyor. Sanki hiçbir şey yapamayacakmış gibi! Sonra derin anlamlarıyla, derin cümleleri bir arada bulunduran; ünlü olmayan insanların yazılarını görmek, okumak istiyor. Tabi ki bu sayfaya ne zaman uğrasam, hayatım o derin ve de siyah zemin üzerinde ki çelişkilerine dair, kendini tanımaya yönelik ve de hayata mana vermek bakımından güzel konular işlendiğine rast geliyorum. Ama bu sefer farklı bir yazıyla karşılaşabileceğimi düşünmüyordum. Farklı derken; daha derli toplu ve de kavramları izaha girişmeden, seçilmiş marjinal idelerin toplam zihinsel aktivite ağırlığının daha baskın olması bakımından. Elbette didaktik, insanları yöneten ya da insanların kendini yönetmesini amaçlayan, bir başka deyişle irade faktöründe kendini anlatmak babında genel fikirler veren denemeler sıkıcı ve de iticidir; fakat insanın böyle yazıları bütün olarak görmemesi lazım. Paragrafların yerleri değiş tokuş edilerek, ilk başta farklı yerlerden birkaç cümle okunup, en sonda bir bütün olarak okunursa daha kazançlı bir okuma yapılmış olur.
Burada nasıl okunulur, nasıl insan hayatından lezzet alır gibi NLP tarzı bir yorum yapmak istemiyorum. Sadece bu yorumu 'sesli düşünme' olarak kabul görüyorum. Bilinçötesini ilgilendiren bir mana çıkarımı yapmak, yazının misyonunu tam olarak anlama babında güzel bir yöntem olmuş olur. Ama yazarın konuy saça saça, gerçektende böyle bir şey yazmak istediğini düşünmek biraz hayalperestliğe kaçar. İlk cümleden sonra, bir deneme yazarı; yazının kendine hükmettiğinin farkına varmadan, beynin bilinçaltına yerleştirmiş olduğu düşünce artıklarından topladığı sanrı tarzı karanlıklar ardından kalemlerle, demek istediği şeyi, anlatmak mecbruyetinde kaldığı bazı ölü noktaları tekrardan canlandırdığını, yazıyı bitirdikten sonra birkaç okuma sonrası anlamaya başlar. Düşüncelerin ikiye ayrıldığını yazar söylediği an, bu iyiliklerin ve kötülüklerin aslında karşı taraftan değil, içimizde büyüttüğümüz dünyadan kaynaklandığının farkına varma eylemi olduğunu anlarız. ''İnsanlar değil, fikirlerdir ayrıma düşen ve ayrım yapılmaz bilgiye açsa zihinler. Pas tutan demir değildir her zaman, bağnazlıktan da pas tutar bilgiler.'' Mesela burada insanların boşluğa düşmediğini dahi söylese yazar, aslında diğer cümlede pas tutan bilgileri saklayan insanların bağnazlığına dikkat çekmemizi ister, ki bu da önemli bir noktadır. Diğer bir paragrafta : 'Doğruluğun göreceli olduğunu ileri sürerek, yalnızca kendisiyle çelişkiye düşen insanlar vardır. Bu da doğrunun kişiye göre değil, algıya göre değiştiğini gösterir. ' geçen bu doğrulama, aslında fikirlerin ''temelli'' ve ya ''temelsiz'' yanlarını derin izleriyle platformun önüne koyma çalışmasının sonucudur.
Mesela bir başka cümle: 'Kimse iftiraya uğramak istemez örneğin, ama iftira atmaktan çekinmeyen diller vardır.' Ne kadar mantıklı değil mi? Bir filmde geçiyordu. İnsanın tek ve de en büyük düşmanı yine kendisidir diyordu başroldeki oyuncu. Biz de bu hayatın birer oyuncusu olarak, kendi egolarımıza ne kadar da çok sahip çıkıyoruz değil mi? Ama asıl olanın, duygularımızı kontrol etme hareketi sırasında, hükümlerimizin kendimize sahip çıkabilmesi ve de bir başkasının hükümlerine söz geçirme gibi bir düşüncemizin olması. Kesinlikle bu gayretsizlik değildir, varsayımların dışında doğruların aslında insanları 'yalnızlaştıran' yanını görme ve de komünlerin gerçek bünyelerinde doğruları savunmanın dokuz köyden insanı kovdurtacak derece zor bir gelişme olduğunu farketme, yaşamın ilkeleri başında gelir. Ki bunu hissettiren ve de bize doğruları söylettiren temel fonksiyon da, yaşam ve de ölüm arasındadır.
Bakış açısı insanların algı mekanizmasının boyutlarına dair fikirlerimizin pekişmesini sağlar. Yazı da geçen: 'Cesareti ve özgüvenine rağmen güçsüzlerle hemhâl olmayı becerebilenler asıl bilgelerdir.' cümle, aslında hayatın yaşanacak kadar pek büyük bir değeri olmadığını yeniden altını çize çize düşündürtmektedir bize. Özellikle son asırda, kapitalin tanrılaştırıldığı bir dünya içerisinde, her zaman daha çok, daha yükseğe çıkmaya gayret eden insanların bollaştığı bir tahtarevelli üzerinde, zayıfları koruma ve de onlar için gayret gösterme, onlara Rabbin yardımlarını pay etme; hayatın esas amacına giden yolda ne güzel bir araç olmaktadır!
Ve yazının en son bitişine 'boşluk' suretini yapıştırmak, okuyanlar için de artı bir kazanım. Zaten kazanımlar artı olur demek eksik olur, negatif yollarda da insan kazanımlar elde edebilir. Esas sorunun kendi olduğunu bilen ve de yenilenmeyi, gerçekten insan kalbini yapıcı etmenlerle kuşatmayı bilen canlıların daha fazla olduğu bir dünyada; kendi içimizdeki fısıltılarımızı daha iyi duymamız için böyle tekrarlar gerekli olacaktır. Yok, hiç büyümediğini düşüneceksek, o zaman yine içimizde ki savrulmalara zincir atıp, denizin içinde ki fırtınalara bir mana verme dışında, kendi güvenirliğimizi tazelemek; beklemelerimizin belki de en mantıklı yolu olacaktır.
Düşünen ve de düşündürten yanına teşekkür etmek az kalacak zannımca...
Hürmetle...