6
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
707
Okunma
Birisi sokak kapısını tıklattı. Boşalmış fincanıma yeniden kahve doldurmaya gitmiyor olsam duymayacaktım. Yine de emin olmak için bekledim: Evet, birisi kapıyı çalıyordu.
“Evin her şeyi var, kapı zili yok.” diye söylendim.
Bahar sesimi yatak odasından duymuş olacak ki kafasını uzatıp:
“Salyaların akarak emlakçı kadına bakacağına zilin olup olmadığını kontrol etseydin ya!” diye seslendi.
“Hadi, ben diyelim kadına bakıyordum. Sen nereye ağzını açıyordun ki zili atladın?”
Bahar tam cevap vermeye hazırlanırken kapı üçüncü defa, ama bu sefer şiddetle vuruldu. İkimiz de bakakaldık. Sonra ben fincanımı bırakıp, kapıya yöneldim. Açtığımda karşımda özel kargo kuryelerinden biri vardı. Neden ilk tıklatışında kapıyı açmadığımızı sorgularcasına bakıyordu. Ben de ona acelesini soran bir bakış fırlattım. Sessizlik içinde, gözlerimizle birbirimize söverken içerinden Bahar seslendi:
“Kimmiş?”
Omzumun üzerinden “Kurye gelmiş!” diye seslendim.
Kırmızı güllerden oluşan kocaman bir buket taşıyordu. Eğreti bir şekilde sol elindeki listeyi okumaya çalıştı:
“Ba-ar Ko-su... Ko... Ko...”
“Koşucuoğlu” diye tamamladım.
Önce elindeki listeye, sonra bana şüpheyle baktı. Söylediğimle okuduğunun aynı olduğundan emin değildi ama yine buketten kurtulma isteği ağır basmış olacak ki gülleri elime tutuşturdu. Uzattığı formu hızlıca Bahar adına imzaladım ve kapıyı kapattım. Salona yönelirken ona bahşiş vermediğimi farkettim ama çok geçti.
Bahar da salona gelmiş merakla elimdekilere bakıyordu.
“Sen mi bana aldın?”
“Ben almadım, buna emin olabilirsin.”
Doğru anlamında başını salladı. İki yıldır ona çiçek almıyordum, bundan sonra da almazdım herhalde. Uzanıp buketi elimden aldı, gülleri merakla gözden geçirip aralarında kart olup olmadığını kontrol etti, küçük bir zarf bulunca da çiçekleri yemek masasına bırakıp zarfın içinden kartı çıkardı.
Ondan ses çıkmayınca ister istemez sormak zorunda kaldım:
“Kimdenmiş?”
Tereddütlü bir sesle:
“Tanımıyorum” dedi.
Uzanıp kartı aldım.
Nice yıllara!
Mustafa
“Aa!” dedim, “Sağolsun, Mustafa göndermiş.”
“Sen Mustafa’yı tanıyor musun?”
“Yok, tanımıyorum. Ama çiçek gönderdiğine göre en azından o seni tanıyor. Düşünceli çocuk...” diye dişlerimin arasından konuştum. Bahar’a fırsat vermeden:
“Keşke daha düşünceli davransaymış da neyin yıldönümünü kutladığını da belirtseymiş.” diye devam ettim.
Zarfa baktım, herhangi bir adres yoktu. Bahar kartı elimden alıp tekrar okudu, sonra dudak büküp onu da masanın üzerine koydu.
“Yanlışlık olmuştur.”
“Bence de kesin olmuştur. Amerika’da Allah’ın unuttuğu bir eyalette yaşıyoruz, kapı çalınıyor ve bir Türk’ten çiçek geliyor. O Türk de bu çiçekleri bir memleketlisine göndermiş olmalı ki, Türkçe mesaj yazıyor. Bir yanlışlık olduğu belli ama bu yanlışlığı yapanın Mustafa olmadığı da belli.”
“Ne demek şimdi bu!”
“Bunu benim söylemem lazım.” Buketi kapıp ona doğru salladım:
“Ne demek şimdi bu?”
“Dedim ya, bilmiyorum. Yanlışlık olmalı.”
“Bahar Koşucuoğlu ismini de kuryeye yanlışlıkla vermiştir herhalde.”
O anda alındıya bakmak aklıma geldi. Hızlı adımlarla gidip girişte bırakmış olduğum belgeye baktım. Mustafa’nın adresi buradaydı:
“Oo, senin Mustafa New York’luymuş. Hemşeri sayılırsınız. Daha iki ay öncesine kadar sen de orada oturuyordun.”
Ona baktım, ne diyeceğini karar vermeye çalışıyordu. Dudakları kıpırdadı ama ses çıkmadı. Çaresizliğini zevkle izliyordum. Sonunda bir cevap verecek, o verince de çaresiz duruma düşen ben olacaktım ama şu birkaç saniyelik üstünlüğümün tadını çıkarıyordum.
Bahar cevap vermedi. Çünkü buna fırsat olmadı. Kapı tekrar tıklatıldı. İkimiz de birden yerimizen sıçradık. Güllerin gelişi gibi bunu da beklemiyorduk. Aklımdan hızla seçenekler geçiyordu: Yeni çiçekler mi gelmişti, yoksa Mustafa’nın kendisi mi? Belki de Mustafa yeni çiçeklerle gelmişti derken kapı tekrar çalındı. Bahar:
“Bakmayacak mısın?” diye sordu.
Bakmaya korkuyordum. Belki bunlar hapise düşmeden geçireceğim son dakikalarımdı. Sonunda kararımı verip kapıyı açtım.
Biraz önceki genç kurye değildi. Elli yaşlarında, beyaz bir Amerikalıydı. Demek ki Mustafa da değildi. Biraz gevşedim.
Adam önce iyi günler diledi, sonra kendini tanıttı:
“Benim adım Edward Oglothorpe. Yazarım.”
Düşünmeden
“Aa, iyi” dedim.
“Bu da benim kitabım” dedi ve elime karton kapaklı, Amerikan standartlarında ince sayılacak bir kitabı elime tutuşturdu. Başlığa göz attım:
İntihar Eden Bir Gencin Ölüm Sonrası Mektupları
“Benim oğlumdu” dedi, sonra uzanıp kitabın arka kapağını gösterdi: “Burada da resmi var.”
“On yedi yaşında intihar etti. Bunlar da onun bana ölümünden sonra gönderdiği mektuplar.”
Yüzümdeki ifadeden anlamadığımı çıkarmış olmalı ki ekledi:
“Doğrudan onun kaleminden çıktılar. Teksas’ta bir hanım var, o aracılık etti. İlk akla geldiği gibi ruh filan çağırmadık. Oğlum onun bedenini kullanarak bunları bize yazdı.”
“Bir tür medyum gibi mi?”
“Evet, aynen öyle.”
Bir şey söylemeyip, başımı salladım. Bay Oglothorpe de mimiklerime göre konuşmasına devam etti.
“Onun ölümünden sonra bir dernek kurduk; ergenlik çağındakilerin intiharlarını önlemek için okullarda ve çeşitli sosyal ortamlarda seminerler veriyorum. Eh, haliyle maddi dönüşü pek olmuyor.”
Sanırım burada benim söz almam gerekiyordu ama suskunluğumu korudum. O da sahnede rolünü unutmuş aktöre hatırlatırcasına:
“Bizi desteklemek için kitabı satın alır mıydınız? Ya da en azından bağışta bulunur musunuz?” diye sordu.
Niyetini açıkça ifade eden bu adama dikkatlice baktım. Hüzünlü bir ifadesi vardı. Oğlunu kaybedişinin üzerinden bir mevsim geçmemiş gibiydi. Belki de kapı kapı dolaşıp bunları yabancılara anlatmaktan dolayı üzüntü duyuyordu. Sonra gözlerim kitabın arkasındaki oğlanın resmine kaydı. Hoş bir gençti. Gülümsüyordu. Belki o gün mutluydu, belki sadece fotoğrafı çekenin söylediğini yapmıştı. Tekrar babasına baktığımda onun bakışlarının da resme kitlendiğini farkettim.
“Bay Oglethorpe?”
“Evet?”
“Kusura bakmayın ama ilgilenmiyorum.”
Kitabı eline tutuşturup kapıyı kapattım. Yatak odasına geldiğimde Bahar’ı eşyalarını bir bavula yerleştirirken buldum.