41
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
4030
Okunma


Siz…
Renginde solgun kaldıgım mevsim
Hayalinize uyuyup hakikatinize uyanmayı
Hicbir zaman bilemeyeceksiniz
Siz…
Huzurunda diz çöktüğüm
Dudaklarınızın seyrinde olmayı
Ve yaslandığım kalbinizde uyumanın
Anlamını asla çözemeyeceksiniz
Huzurunuzdaki acziyetimde yaşlanıp
Bereketli toprağınızda ölmeyi istediğimi
Ve yalnızca size gömülmeyi diledigimi
Tüm bunların ne sebeple istendigini
Bir türlü bilemeyeceksiniz
Lütfiye SEVİNÇ
Yaz bitmiş. Haberler öyle diyor. Aslında haberler haber vermese de, kalbimizdeki hüzün bize sonbaharın geldiğini haber vermiyor mu zaten?
Ne acıklı bir mevsim değil mi: Sonbahar…Adı sonla başlayan her şey gibi hüzünlü. Sanki “bir daha bahar gelmeyecek ey canlar, ona göre hazırlıklı olun” dercesine…
Çok değil, birkaç ay önce dallar yemyeşildi. Sonra bembeyaz çiçeklere büründü erik ağaçları. “Rabbim, hep böyle kalsın hayat” diye dua ettik. Ama vaktini tamamlayan çiçekler milyarlarca yıl olduğu gibi meyveye durdu. O haliyle de umut verdi tabiat. Üzülmedik çiçekler gitti diye. Yükünden eğilmiş dallar altında otururken, gök semaya sayısız hayal baloncuğu bıraktık.
Güneşli sıcak günlerde şişirdiğimiz hayal baloncukları, son baharın gözyaşlarıyla ıslanacak şimdi…Silinecekler, yerlerine gri bulutlar gelecek. Bir dahaki yaza kadar kendini kilitleyecek hayat…Hayal değil, hayat derdine düşeceğiz. Kışın pahalı olacak olan sebze ve meyveleri dondurucularımıza doldururken, kömürlüğümüz bizim için kıyılmış ağaçlarla dolacak…Sonra yağmurdan bir gecelik giymiş pencerelerimizin önünde, yazdan hazır ettiğimiz tatsız sebzelerimizi yiyecek, asla güneşin yerini alamayacak sobalarımızda ısınacağız. Yaşlanıyoruz.
Hayal yok, umut var…Kar penceremizin önünü kapatınca teselli edeceğiz kendimizi :
“ Hadi dayan. Hadi tutun. Hadi gülümseyerek bak göremediğin güneşe. Geçen yıl da böyle olmamış mıydı? Tam kelebeklerden ümidi kestiğimiz anda, bir tohum toprağı yarmamış mıydı? “Hayat bir tespih” diyordu ya şair, “bu tespihi bir çeken var”…Öyleyse devran dönecek…Hadi dayan…”
Sizin de yalnızca ilk baharda gerçekleşebilecek düşleriniz var mıydı? Sizinkiler de havada asılı kaldı mı? Siz de hayata yetişememekten korkuyor musunuz? Ya son treni de kaçırmaktan. Tadı olmayacağını bile bile, hayallerinizi donduruculara kaldırmaktan korkuyor musunuz?
Siz de yıkık duvarlarınızın arkasına gizlenip, bu bahar son olmasın diye dua ediyor musunuz?
Sonbahar…Ah son bahar! Eskiler güz demezler miydi? Bir bildikleri vardı elbet. Ya da bizim kadar cesur değillerdi. Biz ne de kolay deyiveriyoruz oysa: Sonbahar…
Hiç serçe görmedim bu yaz. Sanki ilahi bir emir almışçasına silinip gittiler bu coğrafyadan. Her yanı sarı arılar sarmış, siz de fark etmediniz mi? Karar verdim; bir serçe resmi bulup kızlarımın çeyiz sandığına saklayacağım. Ola ki; bir daha serçeler yeryüzüne konmazsa, cemallerini torunlarım da görsün diye…
Belki de ağaçları eski bir tabloda görecek torunlarım.
İyi gelmiyor bana bu havalar…Hep sıkılmış dişler görüyorum gözlerimi kapattığımda. Yağmur vakti, kabak yaprağının altına gizlenmiş bal arılarını, ayakkabılarına dolan suyu boşaltan yoksul sokak insanlarını, saçaklar altında bozuk bir tartı başında bekleyen küçük çocukları görüyorum…
Simitçiler, mendilciler, çiçekçiler açıkta kaldı. Herkes bir tarafa koşuyor yağmurda, onlar kent meydanında buzdan birer heykel gibi dikiliyorlar öylece. Bileklerine takılı çengelle tutunmuşlar hayatın gözüne. Bıraksalar düşecekler sanki…Dursalar, yağmura tutulmuş sulu boya resimler gibi renkleri birbirine karışacak ve akıp gidecekler bu kentin izbe logarlarına.
Belki de gittiler bile. Belki de geceleyin duyduğumuz iniltiler onların sesi.
Karanlığı dilimlere bölen bir çakmak ışığı gibi arada bir görünen güneş “Ağlamayın ulan, buradayım” diye haykırıyor…”Hiç gitmedim…İmtihandasınız…Dişlerinizi ne kadar kuvvetli sıkarsanız, o kadar çabuk geçecek fırtına…”
Sonrası var mı?
Yoksa bu kelimeler deli bir korkaklığın mahsulü mü? Her anneden ayrılış sonrası görülen umutsuz sanrılar mı penceremi saran? Ya da; aslında hiç mevsim yok da, ben mi uyduruyorum her şeyi…Yoksa serçeler hep dallardaydı da ben mi göremedim? Öyleyse neden tebessümüm eğri, gözlerim yeşilden uzak…Neden dolaptan hırkamı çıkarttım dün akşam? Aylardır açık duran penceremi neden kapattım?
Ne oluyor bana bahçemdeki ağaçlar rüzgarla eğrilip doğrulurken?
Sizin de içinizde bir telaş var mı? Okul telaşı değil, hayır…Odun kömür doğalgaz telaşı değil…Kışlık ayakkabı, hırka, ceket falan da değil. Şöyle ekşi, kalbinizi burkan, gözlerinizi nemlendiren…Bir daha, “bir daha” olmayacakmış gibi hissettiren hüzünlü bir telaş.
Siz de tarakta kalan saçlarınız için kederleniyor musunuz? Ya yerleri boş kalan dişleriniz için…Yoksa yalnızca gökyüzünün ya da ağaçların mı sanıyorsunuz sonbaharı? Her varlığın bir sonbaharı olduğunu mu düşünüyorsunuz yoksa…
Anneme mektuplar yazmak geliyor içimden rüzgarlı akşamlarda. Fırtına balkonumdaki çiçekleri eğip bükerken, bir mukavva kutunun altına gizlediğim yüreğimi en iyi o anlar diye…O çok sonbaharlar geçirdi diye…Bir iki teselli cümlesi eder diye…Sonra parmaklarım üşüyor, sonbaharda yazamıyorum işte…Ben de mantıksız monologlar ve içi boş gibi görünen, oysa dokuz aylık bir gebe gibi ağır yükleri olan konuşma baloncuklarını salıyorum rüzgara.
Sonbahar…Romantik yol fotoğrafları değil artık anımsattığı…Okul yolunda el ele tutuşmuş sevgililer değil…Güneye göç eden kuşlar değil…Sarı yapraklarla örtülü bir patika değil…Kıyıya bağlanmış bir sandal kartpostalı değil…Ne peki…Ne beni böyle ürküten?
Siz de rüzgarlı havalarda hüzünlü bir melodi duyuyor musunuz? Siz de pencere önlerinden kaldırılan sardunyaların eksikliğini hissediyor musunuz yüreğinizde. Ya da porselen saksılarda sakladığınız çilli begonyalarınızın donmasından tedirgin misiniz?
Siz de güneşten rengi kaçmış balkon şemsiyelerinizi rüzgar uçurmasın diye katlayıp saklarken hüzünleniyor musunuz?
Ya sokakta cıvıldayan çocukların sayısı azaldıkça, geride tek tük kalanlara annelerinin balkonlardan hırka fırlattığını gördükçe bir garip oluyor musunuz?
Buruşuk ve titrek elleriyle küçük bir fincanı dudaklarına götürmeye çalışan yaşlı bir kadın görüyorum karşı apartmanda…Arada bir hırkasıyla buğulu camlarını siliyor…O hep balkondaki sardunyalarının dibinde demlenirdi oysa…Onu da mı bir çilli begonya gibi içeri aldılar yoksa…
Anne…Kırık pencereni sımsıkı kapat! Bu yarım küreye hüzün mevsimi düştü artık…Beni de yeleğinin cebine sakla lütfen. Çünkü, itiraf etmesi zor olsa da, ben sardunyalardan, begonyalardan ve serçelerden bile çok üşürüm bu mevsimde…
...ENGİNDENİZ...