45
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2872
Okunma


Köpek havlamalarının Demirkazık dağlarına çarpıp gelen yansımasıyla bölündü gecem! Rüzgârı ve sarı yalnızlığı bol bir memleketti burası… Rüzgârın uğultusu, bazen içimdeki yalnızlığın kapısını tıklatan haylaz olurdu… Bazen de çeyiz sandığımdaki naftalin kokulu kanaviçelerin bana huzur sağan ninnisini alıp kaçardı…
Açık unuttuğum pencerenin karanlığa sarkan siluetinde ki hışırtı dikkat kesilmeme neden oldu… Evimin penceresinin biri Demirkazık dağlarına diğeri Erciyes’in her bakışımda beni yaralayan duruşuna bakıyordu… Erciyes’in duvağının kilometrelerin arasında sıkışan yanında o kıpırtının tılsımını çözmeye çalıştım… Karartı bulunduğum yerin yakınına yaklaştıkça rüzgârın çığlığının terleyen tenimi istila ettiğini hissediyordum…
Neler oluyor demeye kalmadan kulağımın çınlaması, nabzımın bana sormadan duvarından taşacak kıvama gelişi ve kapı zilinin çalması ile irkildim… Kimse yoktu evde ve ben cesaretimin cahil telaşıyla açtım kapıyı…
Karşımda 11-12 yaşlarında bir kız çocuğunun tanıdık gözleri!
_ Beni içeri almayacak mısın?
_ Seni tanıyor muyum?
_ Bana açıklama yapacaksın sanırım!
_ Elbette yapacağım… Ama yorgunum uzaklardan geldim izin ver soluklanayım… Hemen gideceğim aslında…
_ Yok! İmkânsız… Nasıl olur ki?
_ Emanetini getirdim… Onun saçlarına toka aramak için sarf ettiğin çabayı biraz da senin üşüyen saçlarına umut takmak için sarf et diye!
_ Hadi!... Sabah olmadan Erciyes’in zirvesindeki kardelene ulaşmam lazım… Güneşi görmeden yaprağındaki çiğ tanesine senin mesajını iletmem gerekiyor… Çöllerindeki kahverengi çığlıklara çocukluğunun masum tebessümlerini serpeceğimin sözünü verdim ona…
_ Sen hiç, kozasının duvarlarını üç günlük duvağındaki telaşa rağmen yıkıp, yakan ya da ömrünün yollarını kuyuları kor damlatan hikâyelere teslim eden bir kelebek gördün mü!?