3
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
763
Okunma
Belki Cuma akşamıydı. Bahar gelmişti, buna emindim. Koridorlar boşalmış, ofisler kitlenmiş, herkese evine gitmişti. Bir ben kalmıştım. Gidecek evim olmadığından değildi. Akşam sessizliğini seviyordum. Burası sessizdi.
Omuzlarımda apoletler yoktu ama kıdemliydim. Bölüm başkanının odasında oturuyordum. Bölüm başkanı değildim. Profesör değildim. Hoca bile değildim. Asistandım. Ama dedim ya, kıdemliydim. Her yerin anahtarı bende vardı.
Bilgisayarın başındayım. En hızlısı bölüm başkanındaydı. En hızlısı disk oynatıcısını kahvelik olarak kullanan bölüm başkanındaydı. En hızlısı... Artık parmaklarımın altındaydı.
Oturduğum yerden namlunun ucunu görüyordum. Tam karşımda Termit vardı. Bir tık, bir tık daha: Termit is killed by Guderian. Termit alt katta, asistan odasındaydı. Keyser Söze de onun yanındaki bilgisayarda. Diğer asistanlar, Kanser, Kabusun, Hayalet, Tata Efendi, hepsi bölümdeki hocaların odalarına dağılmışlardı. Ben ise bölüm başkanının odasına gelmiştim. Kıdemliydim. En hızlı bilgisayar bendeydi.
Birbirimizi vuruyorduk. Ekranda sürekli o bunu öldürdü, bu şunu havaya uçurdu haberleri geçiyordu. Vuruyor, vuruluyordum. Susurluk sonrasıydı. Vuran da, vurulan da şerefliydi. Yine de vuranlardan olmak istiyorduk.
Herkes her yerden çıkabilirdi; bu yüzden sürekli arkamı kolluyordum. Bir anlık boş bulun, yerdeydin. Sırtımı duvara veriyordum ama yine de omzumun üzerinden bakıldığı hissinden kurtulamıyordum. Sebepsiz değildi, bakılıyordu.
Odaya ne zaman girdiğini bilmiyorum. Sessizce olmalıydı ama o topuklarla bu kolay değildi. Anahtar onda da vardı. Anahtar tüm hocalarda vardı: Bölüm başkanın odası bölümün ortak odasında açılıyordu. Büyük olasılıkla o da odadaki posta kutusunu kontrole gelmişti. Işığı görünce de başkanın makamına geçmişti.
Orada, karşısındaydım. Bölüm başkanının koltuğuna oturmuş, bilgisayarını açmış, oyun oynuyordum. Göz ucuyla ona bakıp iyi akşamlar diledim. Şaşırmış görünmedi. Ben daha ifadesini yorumlayamadan Hayalet beni vurdu. Oyuna tekrar başladım.
“Diğerleriyle mi oynuyorsun?”
İster istemez ona bakmak zorunda kaldım. Asistanlığımın ilk senesinde kısa etekler giyerdi. Ama bir süre pantolona geçmiş, öyle de kalmıştı. Bugün ise dizlerinde bir eteği vardı. Değişik geldi. Genelde onunla ilgili değişiklikleri sevmem. Yıllardır ona karşı olan duygularım değişmemişken o niye değişsin ki? Ama yeni görünümünden hoşlanmıştım. Gülümsedim.
“Evet, aşağıda odadalar.”
Karşımdaki sandalyeye oturdu.
“Bu katta olan da var mı? Koridorun ucundan çığlık sesi geldi gibi.”
Kanser olmalıydı. Bir o karşısındakini vurunca çığlık atardı.
“Olabilir. Tam olarak hangi odalara dağıldıklarını bilmiyorum.”
Bacak bacak üzerine attı. Bu hareketi bacaklarını birleştirmekten çok ayırdı. Beyaz giymişti. Genelde siyahı tercih ederdi. Bu da bir yenilikti. Ekrana döndüm. Doğduğum yerde vurulmuştum. Yeniden başladım.
“Sürekli bu bilgisayarı kullanıyor musun?”
Bu sefer cevap verirken ona bakmadım.
“Genelde bu kadar kalabalık olmuyoruz. Yanyana oynamak daha zevkli.”
“Kızlardan oynayan var mı?”
Kız derken? Oh, kız asistanlar... Kurmaya çalıştığım bubi tuzağı suratıma patladı. Öldüm. Yeniden başladım.
“Yok. Bir Hande vardı, o da evlendi.”
“Serkan da evli ama oynuyor, değil mi?”
Dikkatimi oyuna veremiyordum. Bir yandan sorularını deşifre etmeye çalışıyordum, diğer yandan onlara uygun cevaplar bulmak zorundaydım. Elimde pompalı tüfek varken bu hiç de kolay değildi. Bir de biraz önce gördüklerim gözümün önünde uçuşuyordu. Kanseri bir köşede haklayınca dikkatimi tekrar ona yöneltebildim.
“Evli ama bir yolunu buluyor.”
“Yalan mı söylüyor?”
Soruyla birlikte yerinden kalktı. İçeri, bölüm odasına gitti. Geri geldiğinde elinde bir bardak su vardı. Sandalyeye tekrar oturdu. Tekrar bacak bacak üstüne attı. Tekrar beyaz giydiğini gördüm. Tekrar donup kaldım. Tekrar...
“Serkan... Eşine yalan mı söylüyor?”
Bardağı dudaklarına götürdü. Gözleri bendeydi. Ben de sanırım ona bakıyordum. Belki de bardağa. Belki de dudaklarına. Dudaklarına... Şarap rengi dudaklarına... Beyaz giydiğini unutmuştum.
“Galiba bölümdeki bilgisayarları elden geçirmesi gerektiğini söylüyor. Biliyorsunuz, Serkan bilgisayarlardan sorumlu.”
“Demek eşini aldatıyor. “
Bardağı tekrar dudaklarına götürdü. Daha fazla bakamadım. Başımı ekrana çevirdiğimde vurulmuştum. Katilim belli değildi.
“Oğlum, oynamıyor musun? Seni paso vuruyoruz.”
Serkan, içeride kim olduğuna bakmadan odaya dalmıştı. Durumu farkedince donakaldı.
“Affedersiniz hocam, sizi görmedim.” Sonra bana dönüp, “Bir şey gerekirse ben yerimdeyim.” dedi ve gerisin geriye çıktı.
Bir süre sonra ekranda “Guderian’ı ellemeyin. Ece başında!” uyarısı belirdi. Termit önce beni vurdu, sonra “Pardon” mesajı çekti. Özürünü okuduğumda yerde yatıyordum.
“Bayramda tatile nereye gidiyoruz?”
Tam yeniden oyuna başlamıştım ki durakladım. “Biz” derken gerçekten bizi mi kastediyordu, yoksa birinci çoğul şahsı gelişigüzel mi kullanmıştı? Ne demek istediğini anlamak için ona baktım. Ayağa kalktı, eteğini düzeltti. Sonra tekrar oturdu. Yeni düzenlemeyle ne kadar cömert olduğunu bir kere daha gösterdi. Belki de teşekkür etmem lazımdı. Sorusundaki çift anlamı unutmuştum. Aslında soruyu da unutmak üzereydim ki hatırlattı:
“Bayramda? Gidiyoruz, değil mi?”
“Biz İspanya’ya gitmeyi düşünmüştük. İspanya diyorum ama galiba sadece Barselona’ya gideceğiz.”
Ekrana göz attım: Guderian killed by Kabusun. “Ne vuruyorsunuz? Kanser yazdı ya, ellemeyin.” diye mesaj attım. Cevabı gecikmedi: “Önümdeydin.”
“Ben de gelebilirim, değil mi?”
Bu soru üzerine ona dönmek zorunda kaldım. Teklifinde ciddiydi.
“Eğer asistanlarla tatile gitmek istiyorsanız, neden olmasın? Yalnız oda arkadaşı bulmanız gerekiyor.”
Dilimi ısırmak istedim. Niyetim iyiydi ama kelimeler kötü seçilmişti.
“Fiyatı düşürmek için mi? Herkesin oda arkadaşı var mı? Sen birisiyle mi kalıyorsun?”
Birisiyle mi kalıyordum? Kalıyor muydum? Kalmasam?
Ekrana döndüm, yine vurulmuştum. Log off yapıp, oyundan çıktım.