11
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1690
Okunma


Baskıcı ve totoliterist bir ortamda, toto oynarcasına iddiaya girmiştim başlığımın esrik sakallarıyla. Bildirim sesimizin çekmediği zihinlerimiz için bir imge doğuran yaşlı bir edip küfrediyordu sessiz sedasız o an. Salça yapmak için tüm domatesler derviş oluyordu birden, ’Al, bu da senin özgürlük anıtın’ diye mimlenirken soytarı editörümün kapağıma hayran kalıp, içine küfrettiği günlerde.
Of, hatta offfff…Yine şizofreni durumları. Kimsenin beni düşünmemesi ne güzelken, kalkmışım yine aynı fanatik duygularımı radikal çitlerle çepeçevre sarmalamaya uğraşıyorum. Ne gereği var ki! Aslında neden bunları düşündüğümü tekrardan düşünüp, gereksiz bir maceraya giriyorum ki, bunu açıklayabilecek izahı da hiç bilmiyorum.
Yarı çıplak halimle ne kadar komiğim. Göbeğimin altında usulca bekleyen iki paket sigara. Birisi bitmek üzere, birisi de çoktan yarılanmış halde. Son altı aydır hep aynı manzara ve bu manzaranın sahibi hiç bıkmıyor böyle yaşamaktan. Yani ben!
Yayınevi ile antlaşmamızı bozarken ‘keşke daha sert olsaydım’ diye düşünüyorum. Sessiz sedasız, tüm dediklerine, karşımda tabur komutanı varmışçasına ‘evet’ demem ne kadarda mantıksızdı. Ah, şimdi olsa bağırır, çağırır; sonra da hapse gidebilecek kadar çılgınlıklar yapardım. Ne olurdu yani, en azından şimdi içim rahat olurdu. Aslında birkaç yayınevi gururumu okşarcasına bazı tekliflerde bulunmuşlardı, ama yazarların o lanet gururu beni de vurdu. Hiçbirini kabul etmedim. Kendi başıma, artık kendi kararlarımı verebilecek bir hayatta yaşamak istiyordum. Bir ara adım, edebiyat dünyasında sükse yapmış olsa da, esas istediğimin bu olmadığını iyi anladım. Daha farklı bir şey, daha manidar, daha derin mevzular içeren bir şeyler yapmalıydım. Bir şey olmalıydı, bir şey! Fazla bir beklentim olmasa da yaşamdan, o bir şeyi olunabilirlik derecesine getirtebilmeliydim.
Narsist düşünme çağlarımın penceresinden bakmayı çok sevdiğim için, çoğu zaman çağdaşlarım tarafından dışlandım. Esasında yayınevi ile antlaşmamızı bozacak kadar psikolojimin bozulmasına sebep de, yazma isteğimi birilerinin baltalaması oldu. Kendimi hiçbir zaman ‘yazar’ olarak tanımlamadığım için, yazar olmak içinde bana gerekli yollardan gitmeyi ve büyük yazarların izini sürmeyi hiç beceremedim. Böyle şeyler çocuksu geliyordu bana. Sönük bir balonu alıp, aylarca şişirmeye çalışıyordum. Hem de balonda delik olduğunu bile bile. Kimine göre benim yaşamam bile kusurdu ya, onları hiç anlamıyorum. ‘Neden bu kadar hayattan uzak yaşıyorsun ve neden bu kadar karamsarsın?’ diye bana sorduklarında, uzun uzadıya oturup, bana soru sorana anlatmak istiyordum. Anlatmak güzel olurdu elbette, ama karşımdaki bana hep önyargı ile baktıktan sonra, neden boşu boşuna çenemi yoracaktım ki! En azından, bana soru soran şanslıydı yine de. Belki bir gün sandalyeme oturup, kalemimle oral dinlenişler yaşadığım zaman, sorduğu suale adam akıllı cevap yazabilirdim. Böyle düşünmekle mutlu oluyordum aslında. Evet, bana soru soran cevabını bir gün alabilecekti, ama önyargıları kırmak kolay değildi. Bu yüzden kalemim, zihnime, benim hep özgür edebi metinleri yazabilmem için cilve yapıyordu.
Doğaçlama kültürünün tam ortasında yaşadığım için, öyle Avrupa tarzı saplantılara dalmışlığım nadir olduğu için, yazarken hep Anadolu’yu düşünmüşümdür. Arada sırada çevirmenlikte yaptığım için, adamakıllı İngilizce dahi öğrenmeden, Rusça öğrenmeye karar vermiştim. Küçüktüm o aralar, hem de çok küçük. İki sevgilin sevişme sahnesi vardı ilhamlarımda. İki sevgili, iki ten ve iki damla gözyaşı. Rusçayı Anadolu’nun gözyaşları olarak nitelendirdiğim için öğrenmeye karar vermiştim. Başardım, fakat İngilizce bilmeden adamakıllı, Rusça bilmenin ne manası vardı ki! Teknik bir bölüm okumuş olup, saham da ithalat veya ihracat yapan bir şirkette bulanmalıydım ki ya da teolog filan olmalıydım ki, ancak o zaman Rusçam işe yarabilirdi. Ama işin güzel yanı, ünlü Rus yazarlarını çevirmensiz olarak okuyup, gerçek edebi hazzı alabilmemdeydi. İngilizcesiz olmayacağını anladığım anda, Rusça sadece hobi olarak avuçlarımda kaldı. Yere dökülen Osmanlıca kelimeleri toplamaya çalışırken, çoktan başka deryalarda gezindiğimin farkına varmıştım. Sadi bir yanaydı, Paul bir yana. Balzac uzak sesli bir alevdi, Ferideddin çukurda kalmış Selçuklu mabedi. Schopenhauer bir âlem, Bacon başlı başına bir dev. Felsefe olmadan yazmak da olmaz diyordum, bu yüzden bırakıp eskileri, geldim yakın çağ tarihine. Yakın çağ da, felsefe de doyurmadı ilhamsal orgazmlarımı. Piknik yapıp geliyordum sadece ve bunlar bana bir şey kazandırmaktan ziyade avuntularımı ve ümitlerimi yıkıyorlardı. Vuzuhun şensel parodilerinde hayal tufanlarımın ruhumu okşayan en tabii şekli bir ara Freud olmuştu ya, ondanda bıktım. Peyami üstadımdı, Ömer babacan kahvecim. Soyadlarını hiç sevmemiştim Türk yazarların. Bu yüzden Ahmet kuşçu olmuştu ya Yunus diyarında. Yunus diyarı neresiydi gerçekten? Hep bu soruyu soruyordum yakın çevreme. Kimse, Allahın kulu kimse de çıkıp ‘Yunus, Türkçe’nin konuşulduğu her yerde vatan demektir.’ demiyordu. Üzülmek bir yana, Yunus’a diyar olacak gönlüm, çoktan Hemingway’lerin western bataklığına uçuvermişti. Aklıma gelen Osmanlıca sözcükler şiir gibiydi, ama ben değil Osmanlı, Türkçe’nin yeni usulüne dahi ayak uyduramamıştım. İmlalarımdan dolayı çokça yayınevi ile tartışmaya girmiştik. Editör diye zıkkım bir cehalet mekanizması içerisinde, yazdıklarımın yüzde sekseni değişiyormuş gibi hissediyordum. Aslında bilerek yapıyordu. Türkçe onun bildiği bir şeymişçesine okurken yazdıklarımı, Türkçe’nin anasını ağlatıyordu her defasında. Oklava ile peşi sıra koşmak geliyordu içimden. Nafile! Yayınevleri hep haklıydı, yazarlarda popüler kültürün ezilen tebaası. Kamu âlem biliyordu aslında. Türkçe diye bir şey, Türk’ün postalları altında ezilip, şekilsiz bir imge teröristi haline geldiğini. Ama benim umurumda mıydı ki, bunları yazarken, yayınevlerinin halini düşünebilmek! Çünkü hali vakti yerinde lisanımız, hali vakti yerinde insanlarımıza köle olması gereken şerefti. Kime neydi ki özgünlük ve kimin için özgürlük?
Yayınevi ile bunları tartışmaktan gına gelmişti artık. İstemiyorlardı beni. Ne istiyorlardı, onu da bilmiyordum. Hani, elde avuçta tutulacak bir arzu olsaydı talepleri, süt dişleri ile zihnim perçinleşecekti dileklerinde. Delişmen bir Nasyonel Sosyalist dahi olabilirdim istediklerinde. Rasyonel sapkınlığımızın yobaza vurulmuş ve cıvatasında kürkünün Hindistan soytarısı olan Mevlana sevdalılarından biri dahi oluverip, farazi nihayetsizliğinde Fuzuli olabilirdim de. Ama düşüncelerimden dolayı sorguya çekildiğimi hiçbir yakınama, dostuma söyleyemedim. Sırf, düzenin böyle oluşunda ‘gedik var, gedik!’ diye bağırdığım için, son çıkan kitabıma ait kazançtan bir kuruş dahi cebime girmemişti. Banka hesabımda olmadığı için, bu paranın nereye gittiğini merak ediyordum en doğal şekliyle. Hep Ulusal magandalık, hep sistemin globalize edilmiş yanıyla dans ettiğim için, kelimelerimin üstüne dahi daksil ile bulutlar çiziverdiler. Oysa ne tanınmış bir yazardım adam gibi, ne de böyle bir hakaret için marazi bir hastalığım vardı. Sadece özgürlük istiyordum; Özgür bir inanç, özgür bir soytarılık, özgür bir düzensizlik. Kimseye meydanlarda taş atmışlığımda olmadı. Propagandalığın hiçbir soytarılığında rolde almadım. İstemsiz ve tutarsız yargıları olan büyük kalabalıklar içerisinde, hiçbir grubun gururunu incitecek söylemde de bulunmadım. Üniversitelerde birkaç konferans vermişliğimde oldu. Karşımda oturan gençliğin, aslında sessizlikten ve fikir tembellerinden başka bir şeymiş gibi olduklarını düşündüğüm için mi bunları bana layık gördüler? Bilmiyorum.
Edebiyatım, sadece özgünlüktü, özgürlüktü, çok sözlülüktü ve sözlerimin ardınca gülüşlerdi. Bazı bazı benim de hiddetimin içinde deve kuşu misali kalışlarım ve devinimsiz ritüellerim vardı, ama bunlar yalnızlığın ömür boyu yakama ilişen saksafonluğunda başka bir şey değildi. Ne yani, illa ki çello mu olacaktı ritimde, veyahut davul zurna mı boylu boyuna uzanacaktı dilimizin ezberli kişiliklerimizi yarattığı yasaklı son bir asır geçmişinde?
Demokrat filan tanımlamalarına da girmek istemiyorum, ama yaşadıklarımın birçoğunu zamanında demokratların yaşadığını iyi biliyorum. Kimse benim yaşadıklarımı benim kadar bilmiyor ve kimse çektiğim çileme inanmak istemiyor. Varsın herkes bildiği gibi düşünsün, okusun, yazsın. Tek istediğim, kelimelerimin yassıada fizibilitesini çıkartabilecek yeni bir yayınevi kurabilmek. Editörsüz; kuklasız ve sınırsız.
Zamanı gelirde, bir kez daha kitap toplatma çabasını görürseniz piyasada, popüler kitaplarınız içerisinde kahverengi cildinde yitik kuramları bulunan boynu bükük ama asil sayfaları olan bir kitap duyacaksınız. O kitabı ben yazmış olmayabilirim, ama benim kuracağım yayınevi içerisinden çıkmış olacak o kitap. Baharları sunmayacak dünyaya ve Cennet vaat etmeyecek; bir yakışıklı erkek, bir afet kadın misali. Ama o kitap, vaat edileni gönülden kabul edenler için isyan olacak şebeksi fikirlere.
Şimdi, sandalyemin gıcırtısına ait bir ağıt yakıldığından dolayı süt dişlerimizce, susuyorum. Elbet geleceğim, ‘bir yazar’ olunabilirlik hıçkırıklığında. Ve Yasin’imi kendim okuyacağım sizlere, sesim kötü olsa da, anlamı Yaradandan yadigâr diye.