26
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1944
Okunma
Vardiyada Kamil’le birlikteydik. Aslında atölyede vardiya gerektirecek iş yoktu o gece. Usta başından rica ettik. O da bizi kırmadı. Kamil’le bana on iki sekiz nöbeti yazdı. Para mendeburun cebinden çıksaydı yine aynı şeyi yapar mıydı acaba?
Elli lira az para mı? Haftada üç gün vardiyaya kalsak bir iki faturayı halletmiş oluyorduk. İş olsun olmasın. Bunu düşünen kim? Sanki patron bunca malı helalinden kazanmıştı. Bu konuda kendimizi aşılamıştık. Artık iş konusunda hiçbir şey vicdanımızı tırmalamıyordu.
Sabaha az kalmıştı. Dışarı çıktım. İnsan hiçbir şey yapmadan da yoruluyor geceleri. Duvara yaslanıp bir sigara yaktım. Kamil de geldi. Normalde sigara içmez. Özel anlarımız vardı bizim sigara içtiğimiz. O özel anlarda değildik. Ama bu kez uzattığım sigarayı geri çevirmedi.
Karşıdaki pis dükkan kapılarına, teneke yığınlarına baktım. Bir iki dükkanın daha ışığı yanıyordu. Dünyanın bir kaç milletten oluşan tek ırkı işçiler, türkü söylüyordu inceden.
Niye bilmem, annemi düşündüm.
Annem geçmiş ateşin külünden çıkarttığı sıcak taşları elime tutuşturdu. “Sıkı tut, üşümesin ellerin” dedi. Zavallının kim bilir ne büyük umutları vardı bana dair. Yakamı düzeltip, montumun fermuarını çekerken ne güzel de bakıyordu gözleri.
Evden çıkıp iki sokak aşağıda taşları elimden attım. Zaten soğumuşlardı. Çantamı her zamanki zulama saklamak için boşaltılmış mahallenin yolunu tuttum. Burası korkunç bir yerdi. Yıllar evvel çingenelerin yaptığı, daha sonra belediyenin boşalttığı evlerden hala tül parçaları sarkıyordu. Çantamı ceketimi ve kravatımı her zamanki yere sakladıktan sonra, çorabımdan çıkarttığım paketten bir sigara alıp yaktım. Anasını sattığım dünya, dedim. Tütüyor ocağımız işte…
Zaman okulda harcayacak kadar fazla değildi. Biz o küf kokulu, çatısı sürekli akan, yazın fırın gibi, kışın asla ısınmayan sınıflarda havada uçuşan sinekleri sayarken, dışarıda çılgın bir hayat akıp gidiyordu. İnsan sınırlarını bilir. Çocuk da olsa bilir. Belki annem bana bakınca jöleli saçları geri doğru taranmış, boynunda steteskopu asılan, temiz yüzlü yakışıklı bir doktor görüyordu ama ben, babamdan çok farklı bir adam olamayacağımı biliyordum. O halde, etrafım bin bir dertle çevrelenmeden önce yaşamalıydım.
Yalan yok, bir tek annemin defter kitap almam için verdiği parayla bira alıp arkadaşlarla alem yaparken içim acıyordu. Yalnız o zamanlar ağlamak geliyordu içimden. Kısa bir an oturduğumuz tepeden daha yüksek bir yerden annemin bize baktığını, boynunu büküp elindeki sıcak taşları ayağının dibine atarak mahzun bir şekilde uzaklaştığını görür gibi oluyordum.
O gün Kamil’le akşama kadar sağda solda dolaştık. Akşam olunca zulalardaki okul eşyalarımızı alıp evlerimizin yolunu tuttuk. Kapının önünde babamın topuklarına basılmış ayakkabılarını görünce içimden bir şey koptu. Korktum. Sert adamdı. Gülerken bile kaşları çatıktı. Okşarken bile acıtırdı elleri.
İçeri girdim. Annem kapıda karşılamadı beni. O zaman iyice emin oldum ki; bu akşam benim için hiç de hayırlı bir akşam olmayacak. Doğruca yattığım odaya geçip, ders çalışıyormuş gibi yapmak en akıllıca iş olacaktı. Ayakkabılarımı çıkartıp odaya doğru yönelmiştim ki babamın gök gürültüsünü aratmayan sesiyle durdum.
“Buraya gel” dedi. Titrediğimi belli etmemeye çalışarak ürkek adımlarla ona doğru yürüdüm. Mutfağın önünden geçerken annemi gördüm. Tencereyi tuttuğu tutacaklarla gözlerini siliyordu. Bana baktı. Boynunu büktü. Sonra kapıyı kapattı. Demek ki az sonra annemin bakmaya tahammül edemeyeceği bir şeyler olacaktı. Ona acıdım. Yemek buharıyla desenlenmiş kapıda onun ağlayan yüzünü mü gördüm ne?
“Ben” dedi babam. Durdu biraz. Ellerine baktı, sonra duvarlara. Çenesi titriyordu. “Ben hamal gibi çalışıyorum. Sen ne yaptın da okuldan atıldın ha?”
Okuldan atılmış olmama hiç şaşırmadım. Müdür Nurettin beni defalarca odasına çağırıp uyarmış, böyle giderse okuldan atılacağımı söylemişti. Bu sahneyi yaşayacağımı biliyordum. Kaç gece babamın karşısında ne söyleyeceğimin talimini yapmıştım. Ama hakikat hayalden daha çetinmiş. Bütün ezberim annemin buğulu, babamın titreyen çenesine rağmen kartal gibi bakan gözlerinde eriyip gitti. Gözlerimi kapatıp içimden yüze kadar saymaya karar verdim. Babam ne yaparsa yapsın saymaktan vaz geçmeyecektim. Yüz olunca fırtına dinmiş olacaktı ve her musibet gibi bu yaşanan da unutulup gidecekti.
Öyle de yaptım. Babamın bağırışlarını duymadım, yüzüme attığı tokatları hissetmedim, küfürlerin hiç birini duymadım. Yalnız doksan dokuzdan yüze geçmem biraz uzun sürdü. Korktum. Gözlerimi açmaya hazır değildim.
Babam susmuştu. Gözlerimi açtım. Kanepede yan oturmuş pencereden dışarıya bakıyordu. Öfkesi burun deliklerinin kabarıp sönmesinden anlaşılıyordu. Odadan çıktım. Avluya çıkıp annemin bahçeyi sulamak için yaptırdığı küçük havuzda yüzümü yıkayacaktım. Mutfağın kapısı aralıktı. Onu gördüm. Elleri yanaklarında bana bakıyordu.
Saatlerce bahçedeki sedirde oturdum. Yalnız babam kahveye gitmek için dışarı çıktığı vakit yerimden kalktım ve evimizin hemen yanındaki mandalina bahçesine saklandım. Bahçe kapısının sesini duyar duymaz tekrar sedire geçtim. Annemi bekliyordum. Sitem sırası ondaydı. Gelecek ve bana uğruma harcadığı gençliğinden bahsedecek, ağlayacak gözlerini soğan kokulu önlüğüne silecekti. Gelmedi. Pencerede kaldı gözlerim. Gölgesini bekledim. Hiç değilse perdeyi aralayıp bakmasını…Bakmadı.
Sabah uyandığımda hala sedirin üzerindeydim. Üzerime babamın askerden getirdiği parkeyi örtmüş birisi.
O günden sonra hep çalıştım. Meğer sınıfın penceresinden gördüğüm akıp giden çılgın hayat buymuş.
Kamil, bir tuhaftı. Ayağıyla beton zemine bir şeyler çizip duruyor, sonra dönüp diğer ayağıyla çizdiklerini siliyordu. “Neyin var senin” diye sordum. Sigaradan son bir nefes daha çekip izmariti hemen önümüzdeki logarın içine attı. “Hiç” dedi “Ne olacak?”
Sustuk. Sabahın mor yüzü sanayinin üzerini aydınlatana kadar konuşmadık.
“Ne oldu?”
“Kasa soyulmuş.”
“Burada kasa mı vardı?”
“Varmış. Şimdi yok. Birisi kasayı da alıp götürmüş.”
Ustabaşı imalı gözlerle bana baktı. Sonra Kamil’i sordu. Bilmiyorum, dedim. Vardiyadan sonra hiç görmedim.
“Kapıyı hanginiz kapattınız?”
“Ben kapattım.”
Sustu. Askıdaki lacivert önlüğünü sırtına geçirip, patronun ofisine girdi. Tezgahın başına geçtim. Sahiden Kamil nerelerde diye düşünürken telefonum çaldı. Açtım. Arayan Kamildi. Makinelerin sesinden söylediklerini anlayamayınca dışarıya çıktım. “Abi çabuk metruk mahalleye gel” dedi. Telaşlıydı. “Allah belanı versin Kamil” dedim. “Sen nerelerdesin. Burası çalkalanıyor!”
Ustabaşı patronun odasından çıkınca yanına gittim.
“Abi anam rahatsızlanmış. Bir gidip baksam…” Güldü. “Git” dedi. “Anana da selam söyle.”
“Bu şerefsiz kesinlikle benden şüpheleniyor” diye düşünerek atölyeden çıktım. Kamil’in yanına varıncaya kadar aklımdan bin türlü senaryo geçti.
Evet, Kamil iyi çocuktu. Gözlerimle görsem haram yiyeceğine inanmazdım. Yatarak geçirdiğimiz vardiyaları saymıyorum elbette. Bira içmeyi ve iş dönüşü, dağılan lisenin karşısındaki kahvede mahalle kızlarını kesmeyi de. Onlar ayrı şeylerdi. Atölyenin bir anahtarını da ona vermiştim o gece. Bir dahaki sabah birimiz gecikirse dükkanı diğerimiz açacaktı. Bu anahtardan bir bende bir ustabaşında bir de patronda vardı. Eğer dedikleri gibi kapı zorlanmadan içeri girilmişse, bu ya ustabaşıydı ya da Kamil. Patron kendi kasasını çalmış olamazdı ya…
Kamil’i görünce düşündüklerimden utandım biraz. Yirmi yıllık arkadaşımdı o benim. Analarımızdan iyi tanırdık birbirimizi.
“Oğlum sen delirdin mi? Niye işe gelmedin?” Ona kasa işini hemen söylemeyecektim.
“Abi bildiğin gibi değil. Çok kötü bir şey yaptım ben. Ama ne olduğunu sorma.” Sırtındaki çantayı yere bıraktı. Cebinden çıkardığı bir demet parayı bana uzattı. Şaşırdım. Biz hayatımızda o kadar parayı bir arada görmüş insanlar değildik. Hele Kamil anasının ilaçları kız kardeşinin çeyizi derken hepten batmıştı.
“Al bu paraları anama götür. Beni sorarsa atölyede kalacak de.”
“Ne demek bu şimdi Kamil?”
“Sorma bir şey.” Yere bıraktığı çantasını sırtına geçirdi. “Arayacağım seni” deyip birkaç adım attı. Sonra geri dönüp bir kez daha baktı. Koştu. Arkasından seslendim.
“Hey Kamil! Ne diyordu aktör?”
“Affet abi…Bu sefer son sigaraya vakit yok.” Uçar gibi kayboldu. Her zaman son bir sigara için vakit vardır dedim kendi kendime. Çorabımın içindeki paketten bir sigara çıkartıp yaktım. Elimdeki paralara baktım. Bir de Kamil’in arkasında bıraktığı toz bulutuna.
“Anan nasıl oldu usta?”
“Üzerinize afiyet efendim. Grip.”
Patronun odasında on beş kişi kadar vardık. Ustabaşı her zamanki gibi patronun hemen yanı başında, önlüğünün düğmeleri iliklenmiş, iki büklüm duruyordu. Diğer işçiler ve ben makam takımının önünde ip gibi dizilmiştik. Ortalık yağ ve ter kokuyordu. Patron ustabaşına baktı. Ustabaşı sanki bilinmez bir dilde gizli bir şifre almış gibi başıyla “Tamam” yapıp ok gibi yerinden fırladı ve pencerenin panjurlarını çekip camı açtı. İçeri dolan rüzgar patronun kelini örtmek için bir yandan bir yana yapıştırdığı saçlarının yönünü değiştirince, adamın başı tuhaf bir şekil aldı. Az daha gülecektim. Rüzgar aralıksız esmeye devam edince ustabaşı pencereyi kapattı. Patron çekmecesinden çıkarttığı kolonyayı eline döküp saçlarını ıslattıktan sonra, çaktırmadan onları başının çıplak etine yapıştırdı.
“Demek anan grip…Peki Kamil’den haberin var mı?”
“Yok efendim. O geceden sonra hiç görmedim.”
“Yalan söylüyorsun usta. Anan grip falan değil. Sen bugün izin alıp nereye gittin?”
Ustabaşına baktım. Başını sallıyordu.
“Siz şimdi ne demek istiyorsunuz? Kasayı ben mi çaldım?”
Ustabaşı bıyıklarını düzeltti. Cebinden çıkarttığı kağıt mendille alnını sildi. Sonra söze girdi.
“Bak arkadaş. Az önce hanımı aradım. Kamil’in de senin de komşunuz olduğumu unuttun galiba. Ondan ananı bir kolaçan etmesini istedim. Gitmiş. Kadın turp gibiymiş. Üstelik temizlik yapabilecek kadar. Hanım bir saat kadar oturmuş sizde. Çıkarken seni görmüş. Kamil’in evine gitmişsin. Kapıda anasına para gibi bir şey uzatmışsın.”
Başıma gelenlere inanamıyordum. Artık söyleyecek sözüm de kalmamıştı. Sustum. Patron diğer işçilere “Siz çıkın” dedi. Onca yıllık mesai arkadaşlarım kapıdan çıkarken beni tepeden tırnağa süzmeyi ihmal etmedi. Hatta sessizce küfredenler bile oldu. Aldırmadım. Patron, Döner koltuğundan kalkıp yanıma geldi. Boyu bir buçuk metre ya var ya yoktu. Ellerini yukarı doğru kaldırıp yanağımı okşadı.
“Bak oğlum, başın belada. O kasada benim servetim var. Biri bunca yıllık alın terimi cep etmişse bunun bedelini en ağır şekilde öder.”
Üç kağıtçı… Sanki makine altlarında sürünen, kaynak ışığından gözleri kör, sesinden kulakları sağır olan kendisiymiş gibi alın terim demiyor muydu?
“Hadi ne biliyorsan bize anlat” dedi. Gözümün önünden Kamil’in masum suratı geçti. Allah belasını versin o suratının dedim içimden. Çaresiz ne biliyorsam anlatacaktım. Bu adamdan her şey beklenirdi. Üç kuruşluk işimden olmayı göze alamazdım.
“O sabah atölyeyi kendi ellerimle kapattım. Ama Kamil’de de anahtar vardı.”
“Ben sana o anahtarı anandan daha iyi koruyacaksın dememiş miydim?”
“…”
“Sonra?”
“ Sonra eve gittim. Yattım uyudum. Ertesi gün işe geldiğimde olayı öğrendim. O sırada Kamil aradı. Buluştuk. Bana yüklüce bir para verdi. Anasına götürmemi istedi. Bir de dedi ki…”
Utandım. Sanki Kamil her yandan bana bakıyordu.
“Dedi ki ben kötü bir şey yaptım. Ne olduğunu söylemedi ama. Bir daha da görmedim onu.”
“Sence o mu yaptı?”
“Öyle görünüyor efendim.”
“Böyle şeylere meyilli bir insan mıydı?”
“Parasızlık insana her şeyi yaptırır.” Makam masasındaki tunç bibloya kaydı gözlerim. Mermi taşıyan bir pehlivan. Allah gerçekten belanı versin Kamil…Kasayı böyle mi taşıdın?
“Neredesin Kamil? Seni bir elime geçirirsem…”
“Abi konuşma da beni dinle. Hemen buluştuğumuz yere gel.”
“ Sen daha buralarda mısın? Polis seni yakalamadan tüy bu memleketten oğlum.”
“Demek polise kadar vardır iş ha?”
“Ne sanmıştın? Kaybettiği serveti geçmiş günahlarına kefaret olsun diye sana mı bağışlayacaktı adam?
“Ne dedin?”
“Geliyorum. Konuşuruz. Telefonlar dinleniyorsa yandık.”
Anneme kahveye gidiyorum deyip çıktım. Babamın yattığı yerden ettiği küfürler bahçe kapısına kadar peşimden geldi. Yatalak olmak bile adamı küfürden men edememişti. Gölgemi görse küfür edesi geliyordu. Onun bu huyu yüzünden yaşım otuzu geçtiği halde evlenemedim.
Bahçeden iki iri portakal koparıp hayalet mahallenin yolunu tuttum.
“Neler oluyor Kamil. Bunu neden yaptın?” Kaç gündür bir şey yemediği yarım yamalak soyduğu portakalı yiyişinden belliydi. Kendi payımı da ona verdim. Bitkin görünüyordu. Adi herif, onca serveti çalmış da aç geziyor, diye düşündüm. Belli ki kasadaki tüm nakit anasına yolladığıydı. Gerisi mücevherat olmalıydı. Tabi kolay değildi onca altını nakde çevirmek. Haliyle parasız kalmıştı. Belki de organize bir işti. Birileri bu salağı kandırmış, iş bittikten sonra beş parasız ortalıklarda bırakmıştı. Ah geri zekalı Kamil. Madem bir halt yiyorsun bari bana haber ver. Arkanı kollayayım. Domuzdan kıl koparmak kardır. Bu adamı soymak Allah indinde de günah sayılmamalı, diye düşünürken Kamil ağlamaya başladı.
“Abi ben mahvoldum.”
“Olursun tabi. Ne yaptığını biliyorum.”
“Sahi biliyor musun?”
“Bilmeyeni mi kaldı? Adam eski dostuna da güvenmez mi? Bana söyleyebilirdin. Haram olsun sana anamdan çalıp yedirdiğim paralar.” Arkamızdaki evden sesler geliyordu. Kedi desem değil, yarasa kuş falan desem hiç değil. Daha çok hıçkırık gibi bir şey.
“Şu evde birileri var. Kesin buldular bizi.” Korkuyla yerimden kalktım. Ustabaşı beni takip ediyor olabilirdi. Karısını bizim eve hafiyeliğe yollayan, beni neden izlemesin ki?
“Kamil, kalk gidelim buradan. Dağ yoluna yukarı gidelim. Bu karda kışta kimse oraya gelmez.”
Kamil yerinden kalkmak istemedi. Montuna sarıldı. Başını dizlerine kapatıp ağladı.
“Abi sen git. Ben mahvoldum. Bulaşma. Dağa falan da çıkamam.”
“Mal ağır değil mi? Taşıyamazsın, abine de güvenin yok. Tamam sen bilirsin.”
“Hemen darılma. Gelmez. Sırtıma vurup da taşıyacak değilim ya. Zaten onu buraya getirene kadar göbeğim çatladı. Hala belim ağrıyor.”
Evden gelen gürültüler arttı. İyice huylandım. Gerçekten en iyisi bu aç gözlü hırsızı burada bırakıp gitmekti. Yoksa beş kuruş nasiplenmediğim halde onunla birlikte yanacaktım.
“Ne halin varsa gör” deyip biraz uzaklaştım. Arkamdan seslendi. “Abi!”
Dönüp baktım.
“Her zaman son bir sigara için vakit vardır değil mi?”
“Arkadaşlar sizi buraya toplamamın sebebi…”
Herkes tedirgin görünüyordu. Hele Şerif Abi. O çok yaşlıydı. Bir türlü ölmeyen bir anası, bir kalmış kızı, bir de kırklara karışmış karısı vardı. Herkesten çok çalışır, işinin haricinde atölyenin çay ocağına da bakardı. Tek; patron onu sevsin, çok sevsin yeterdi.
Ustabaşı saatine baktı.
“Sayın patronum bir dakika! Sadri Usta!” Eyvah, dedim.
“Efendim.”
“Sen kamyoneti al, bitmiş malları teslim et. İş durmasın.” Derin bir nefes aldım. Hayatımda ilk defa işin durmaması gerektiğine sevindim.
Malı teslim ettikten sonra Kamil’i aradım. Mahalle girişine gelmesini söyledim.
“Kamil oğlum, ne olmuş olmuş… Önümüze bakalım. Gel beni dinle. Atölyeye dön. Bir yalan uydur, gelemedim de. Ne derlerse inkar et. Gören mi var sanki? Bir zaman sonra olay kapanır. Birlikte bir atölye bile açarız belki ha ne dersin? Kamil ile Sadri’nin Yeri…Yok olmadı, bar gibi durdu. Mil-SA olsun! Çok havalı değil mi oğlum? Kamil’in ‘mili’, Sadri’nin SA’sı…
Yüzüme baktı. İyi görünmüyordu. Gözleri kuyuya düşen ay gölgesi gibi derin çukurlardan parlıyordu.
“Abi, sen ne diyorsun? Saçmalama!”
Bozuldum. “Tabi, sen de haklısın. Neden benimle paylaşasın ki!” Kaşlarını çattı. İlk defa bana kinle baktı. “Abi bu paylaşılacak bir şey mi, git işine allesen!” Bir şey demedim. Onu öylece bırakıp, atölyeye döndüm.
“Ulan Sadri, cümbüşü kaçırdın.”
“Ne oldu yine?”
“Patron bizi denemek için bu hırsızlık vakasını uydurmuş. Kim güvenilir kim değil anlamak içinmiş bütün dümen. Senden başkası tongaya düşmedi.” İşçilerin hepsi kahkahayla güldü. Ben çok şaşırdım. Öyleyse…Ama…Ya Kamil? Neden?
*
“Kamil söyle abine. Sen niye burada saklanıyorsun?” Ellerini ovuşturdu. Kollarını kavuşturdu.
“ Nereye gidelim abi? Anam asla eve koymam onu dedi. Abileri evi kurşunlarmış.”
“Kimin?”
“Necmiye’nin. Pişman oldum. Bir yanım tutulaydı. Öldürecekler bizi. O iş de oldu. Biz ne yapacağız?”
O gece sabaha kadar konuştuk. Bizimki nicedir bir kızı seviyormuş, sakladı şerefsiz. İnsan abisinden bunu saklar mı? İçerken de mi söylemez?
Cebine para koydum. Sabah terminalde buluşmak üzere sözleştik. Karanlığın gölgeli elleri hayalet mahalleyi okşarken birer sigara daha içip ayrıldık.
...ENGİNDENİZ...