18
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1436
Okunma
Osman Abi beni çok severdi.
Bir gün dükkanın önünden geçmesem komşumuz Ferhan Ablayı arar, çaktırmadan benden haber sorardı. “Bu adamda bir hal var” derdi Ferhan Abla. “Vakitli vakitsiz arayıp, abini babanı soruyor.” Ben anlardım ama ne için aradığını. Söylemezdim.
Tanıdığım en çalışkan adamdı Osman Abi. İki kızı okusun diye günde yirmi saatten fazla çalışır, üzüm ekmekten başka bir şey yemez, bir gömlekle koca bir seneyi geçirirdi. Bayramlar da olmasa üzerine yeni kıyafet alacağı yoktu.
Yüzünde daima kederli bir ifade vardı. Belki ince kaşlarının bir birine çatılmış silahlar gibi duruşundan, belki alnındaki derin çizgilerden, belki de gözlerini yarı yarıya örten gözkapaklarının duruşundan varmıştım bu kanıya. Üzüm tartarken bile acılı bir arabesk dinliyormuşçasına bakardı teraziye…Bilmem neden; acırdım ona.
Çirkin adamdı Osman Abi. Hem o kadar çirkindi ki; konuşurken yüzüne bakamazdım. Alnının tam ortasında, bozuk para büyüklüğünde derin bir çukurluk vardı. Normalde pek zararı yoktu bu yara izinin, ama azıcık yorulacak olsa o çukur kırmızı bir leke halini alırdı. Galiba bu kırmızı lekeden olsa gerek, ona Kurban Osman diyordu mahalleli.
O kimseye kızmazdı. Kendisiyle alay eden çocuklara bile…
Çiğdem Ablanın sokağı gören balkonunda annem ve birkaç kadınla beraber el işi yapıyor bir yandan da çaylarımızı içiyorduk. Osman Abi dükkanın önüne çıkınca bize müthiş bir film açılmış oldu. Zavallı adam domates kasalarını depoya taşırken kan ter içinde kalmış, alnındaki leke kızarıp belirginleşmişti. Öyle ki; onu tanımayan bir yabancı, domuz kurşunuyla tam alnından vurulmuş sanabilirdi. Hava çok sıcak. Mübarek güneş tam tepede. Oysa bir gün önce bu sokak küçük bir nehir yatağıydı. Hem öyle azgın bir nehir ki, gariban esnaf dükkan önünden sele kapılan zerzevatını güç bela kurtarmıştı. Çocuklara afet söker mi hiç? Bakkalın önünden suya kapılan cips standından dağılan cipsler ve daha filesi üzerinde duran toplar, çocuklara ganimet oldu. Saniye Abla ne kadar bağırıp tehdit ettiyse kar etmedi. Cesaret edip suya da giremeyince mal hepten bizim delilere kaldı. O yağmurda Osman Abinin de birkaç kasa sebzesi telef oldu. Rızıktan dışarıymış dedi o da herkes gibi. Bizde belediyeyi suçlamak adetten değildi. İyi işler kamu hizmeti, afetler Allah hezimetiydi.
Osman Abi kasa taşımayı bırakıp başına bağladığı beyaz mendili çözdü. Kaldırımın kenarındaki belediye sebilinde yüzünü yıkadıktan sonra bitişiğindeki kahvenin kamelyasında at yarışı oynayan adamların yanına gitti.
“Biliyor musunuz” dedi Çiğdem Abla. Hepimiz ona baktık. Bu yeni bir havadisin peşreviydi çünkü. O, söze başlamadan evvel elindeki dantelin tamamlanmış kısmını küçük siyah bir poşete sardı. Ne olur ne olmaz; eltisinden güç bela aldığı, alırken kırk yemini bir ettiği bu nedenle sır gibi sakladığı örneği birisi kaş göz arası çalabilirdi. Poşeti bir kenara bırakıp arkasına yaslandı. Biz de onun gibi yaptık. Önemli bir mevzu duymayı ümit ediyorduk. O yüzden lakırdı hiçbir şeyle bölünmesin diye çaylarımızın dibindeki çöpü bile içtik.
“Şu Osman Aga bizim memleketlidir. Anası anamın ahretliğiydi Allah rahmet eylesin.” Hepimiz huşu içinde” amin” dedik. Belki dedikodu yapıyorduk ama örfümüzün gereklerini de unutmuyorduk.
“Eee!” dedi annem. “Ne olmuş sizin memleketli olmuşsa?” Aslında hepimizde küçük çaplı bir hayal kırıklığı olmuştu. Sanırım biz daha elit bir tabakanın dedikodusuna susamıştık. Şöyle belediye reisinin şişko karısı ya da kızları hakkında bir şeyler umuyorduk. Olmadı müdürlerden birinin rüşvet hikayesi ya da karı kız dalaverelerini…Yine de ses çıkartmadan dinlemeye devam ettik.
“Dur Şayibe Abla. Tüket beni bir. Geçenlerde anam bendeydi. Aha şurada oturmuş yoldan geçene bakıyorduk. Annem Kurban Osman’ı görür görmez tanıdı. Vallahi eskilerden korkulur bacım. Onca yıl sonra onu nasıl tanıdı şaştım. Dediğine göre; Kurban Osman çocukken bir kaza geçirmiş, kardeşiyle beraber traktörün altında kalmış. O kurtulmuş ama kardeşi oracıkta can vermiş. Kurban Osman’ın alnı boydan boya tenekeyle kaplıymış. Kemiklerini cımbızla toplamış doktorlar.” Hepimiz ahlayıp vahladık, ama üzüntümüz çok da uzun sürmedi. Daha çok şey vardı konuşacağımız.
*
Büyüdüm biraz daha. Herkes büyüdü, zaten büyük olanların saçı sakalı, aklı fikri değişti. Herkes az da olsa değişti ama Osman Abi hep aynı kederli yüz ifadesiyle kaldı. Kızları güzel okullar kazandı, onlara gidip gelirken zorlanmasınlar diye vilayette ev tuttu. Kızlar mahallemizin en hafif meşrep kızlarıydılar ama ne yaparsınız, talih işte. Adamın ya talihi olacak, ya Osman Abi gibi babası. Süheyla ve Sacide her ikisine de sahipti. Yalan yok, bu yüzden çok isyan ettim. Hele okula gideceğim diye tutturup babamdan temiz bir sopa yediğim vakit. O gece pencerenin önüne oturup ağladım. Dışarıda kırmızı bir aydınlık vardı. Akşamın o saatinde bizim o taraflar pek tenha olurdu. Bir de ürkütücü bir görüntüsü vardı ki akıllara zarar. Bizim evden tahmini iki yüz metre ileride eski bir mezarlık vardı. Bizans mezarlığıymış. Dev gibi taşlar vardı her mezarın başında. Sanırsınız ölü tırmanıp arşa çıkacak. Her taşın başına yer yer yıkılmış olsalar da Hz. Meryem heykelciği oturtulmuştu. Kucağında İsa. Gündüz gözüyle bu taşlara baktığınızda korkmaktan ziyade gülmekten çatlardınız. Mahallenin haylazları Meryem’in yüzüne bıyık İsa’ya sakal ve gözlük çizdiler. Taşların üzerlerine yazılan şiirleri ve sözleri saymama hacet yok. Kim kimi gizliden gizliye sevmiş de alamamışsa orada kayıtlı. Ah Bizanslılar bir dirilse neler anlatırdı kim bilir?
O gece Sacide ve Süheyla iki delikanlının kolunda bizim evin önünden geçip Bizans mezarlığına doğru yürüdüler. Mezarlıktan az ötede küçük bir koruluk vardı, aşıkların tünek yeri… Kızlar delikanlıların kolunda sermest bir şekilde kim bilir ne haltlar karıştırmaya giderken, ihtimal Osman Abi, kavun karpuzu içeri almakla meşguldü. Belki de kızlarına götürmek için büyükçe bir kese kağıdına karışık meyve dolduruyordu. Birbirine karışmış dört oynak gölgeye yolun sonunda kayboluncaya kadar baktım. Hem ağladım, hem hak etmediği halde bahtiyar yaşayanlara intizar ettim.
Yemin ettim. Hiç değilse bu kızlardan intikam almalıydım. O güne kadar Osman Abinin bana karşı sevgisinde hiçbir eğrilik görmemiştim. Ama o günden sonra onun bana aşık olduğunu düşünmeye başladım. Başka ne diye yolumu kesip bana meyveler versin, hal hatırımı sorsun, beni gördüğünde gözlerinin içi parlasın ki…
Osman Abi çok çirkin adamdı. Ama yine de birinin beni seviyor olabileceği fikri hoşuma gitmişti. Çirkinse çirkin. Alacak değildim ya. Küçük cilvelerin kime zararı olabilirdi ki? O mutlu olurdu, ben de kızlarından intikamımı almış olurdum. Kabul ediyorum, hastalıklı bir düşünce. Çok geceler bu fikri kendi kendime kritik ettim. Düşüncelerimden utandım. Ama bütün pişmanlıklar ve gece alınan kararlar gibi sabah olunca tekmil muhasebem yok oldu.
Çok geçmeden mahalleli fark etti onun bana karşı sevgisini. Dedikodu sinsi bir hastalık gibi gizliden gizliye yayıldı meclislere. Annemle benim davet edilmediğim toplantıların biricik mevzusu oldu bu aşk söylentisi. Abim ve babam da duydu bu söylentiyi. Dayak hakaret hapis…Herkes beni suçlu bildi. Kurban Osman melaike gibi adamdı. Abdestinde namazında…İnsanın yüzüne bakmaktan haya eden mazlum Osman’dı o. Bir hataya düşmüşse bile bu tamamen benim yüzümdendir.
En büyük rezillik üç gün sürer derdi babaannem. Haklıymış. Birkaç ay sonra mevzu unutuldu. Daha doğrusu başka bir acizlik anında yeniden hortlatılmak üzere uyutuldu. Çünkü bizim mahallede dedikodular unutulmazdı. Aramızda bazı kadınlar vardı ki, mahalledeki yegane görevleri olan biteni kimseciklere unutturmamak için arşivlemek, bilgileri ne pahasına olursa olsun korumak icap ettiği ve lüzum görüldüğü vakit yeniden ortalığa yaymaktı. Her ne kadar ulusal hafızası düşük kalite bir millet olsak da, yerel hafızamıza billahi diyecek yoktu.
Bir akşam abim eve gelmedi. Daha da garibi babam onu hiç sormadı. Oysa azıcık geç kalacak olsa babam kapıyı kilitler onu eve almazdı. Annemin araya girip yalvarmaları da para etmeyince, abim avludaki sedirin üzerinde sabahlardı. Sabah babam işe gidince üzerine kırağı düşmüş vaziyette alırdık onu eve.
Babam erkenden uyudu. Ben abimin evde olmayışını hiç umursamadım bile. Nasılsa çıkıp gelecekti bir yerden. Türlü yalanlarla kendini affettirecekti iki güne. Benim gibi miydi?
Sabah elinde iki poşetle geldi. Babam hiç kızmadı ona. İkisinin de bakışlarında bir mana vardı sofrada. Sanki bilmediğimiz bir dilde ve sadece kendilerinin duyabileceği bir şekilde konuşuyor gibiydiler. Kahvaltıdan sonra annemlerin odasına geçtiler. Bir saate yakın orada kaldılar. Sonra giyinip çıktılar. Onlar daha köşeyi dönmemişlerdi ki, Çiğdem Abla avluda göründü. Annemle sedirde oturmuş abimin getirdiği meyveleri yiyorduk. Kısa bir hoş beşten sonra Çiğdem Abla masanın üzerindeki meyve tabağına bakarak “Kurban Osman’ı öldürmüşler duydunuz mu?” dedi. “Hırsız girmiş diyorlar.”
Annem ağzına götürdüğü elmayı düşürdü. Yere düşen elma patladı, suyu ayak ucumuza sıçradı. Ağzımdaki çileğin kızıl suyu aralık kalan dudaklarımdan sızıp elbisemin göğsüne damladı. Annemle bir birimize baktık. Çiğdem Abla her ikimize de şüpheli gözlerle baktı. Sustuk. Daha hiçbir şey konuşmadık. Kadın kalkıp gitti.
O günden sonra evde kimse kimseyle konuşmadı. Soğuk bir gölge dolaştı bizimle odaları. Aldığımız her soluk naneli şeker emer gibi gibi yaktı ciğerlerimizi. Hep sustuk. Konuşursak derin bir girdaba kapılıp kaybolmaktan korkuyorduk. Televizyon izledik, çay içtik, hatta çekirdek çitlettik ailece ama hiç konuşmadık.
Zaman geçti. Osman Abinin kırkına gittik hep beraber. Abim ve babam erkeklerin toplandığı odaya girdi. Yüzlerini görmek isterdim. Ama oda o kadar kalabalıktı ki, bu mümkün olmadı. Kalabalık kuru bir sünger gibi emdi onları.
Osman Abinin karısı beni görünce gülümsedi. Şaşırdım. Hatta annem korktu. Bu her halinden belli oluyordu. O telaşlandığı zamanlar dudaklarını ısırır, sıkıntıyla ellerini ovuştururdu.
Kadın hafifçe omzuma dokunup “Osman Abin seni çok severdi” dedi. Sonra sendeleyerek yerinden kalktı. Başındaki uçları püsküllü eşarbı geriye doğru çevirdi. Aynanın kenarına ilişmiş küçük bir fotoğrafı eline alıp az bir zaman seyretti. Tekrar yerine oturmadan önce fotoğrafı anneme uzattı. Annem çantasından gözlüklerini çıkartıp fotoğrafa baktıktan sonra şaşkınlıktan irileşen gözleriyle bana baktı. “Allah’ın işine bak” dedi. İnsan insana bu kadar mı benzer?”
Fotoğrafı bana uzattı. Biri sekiz yaşlarında diğeri onlarda ya var ya yok iki çocuk birbirine sarılmış gülüyordu. “Osman ve kız kardeşi” dedi kadın. “Talihsiz görümcem ölmeden birkaç gün evvel çekilmiş bu fotoğraf. Sana ne çok benziyor değil mi kızım. İşte bu yüzden Osman Abin seni çok severdi. Seni görünce rahmetli kardeşini görmüş gibi sevinirdi.”
Fotoğraf sağa sola döne döne yere düştü. Annemle sessizce ağladık…Kimse neden ağladığımızı bilmedi. Ama sustuk sonra ikimiz de…Duvardaki keder yüzlü adama baktık.
...ENGİNDENİZ...