6
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1092
Okunma
İki yanı ağaçlı yolda yürüyorduk.
“Demek astronot olmak istiyorsun.” dedi babam.
“Evet” diye cevap verdim.
Nedenini açıklamama gerek var mıydı? Astronotluktan daha havalı hangi meslek olabilirdi? Keşke kış olsaydı. O zaman parkamı bir uzay aracından çıkmak üzereymişcesine giyer, ağır ağır fermuarını çeker, kapüşonumu başıma geçirir ve uzayda yürümeye hazır olurdum. Ama yazdı. Bir yandan okulların kapanmasına seviniyordum, diğer taraftan tişört ve şort eşliğinde astronotçuluk oynamanın benim hayal gücümü bile aşacağını hissediyorum.
“Bence astronot olma.” dedi babam.
Anlayamamıştım.
“Neden?”
“Astronotun bir kobaydan farkı yok da ondan. Uzay gemisini bile kendisi kontrol etmiyor, gemi uzaktan yönetiliyor.”
“Öyle mi? O zaman astronot ne yapıyor?”
“Hiç. Füzesini nereye gönderirlerse oraya gidiyor. Varınca da göstermelik dışarı çıkıyor, o kadar. Hiç heveslenme. Onun yerine astronotu uzaya gönderen bilim adamı ol.”
“Bilim adamı mı?”
Bu kesinlikle çekici değildi.
“Tabi, bilim adamı ol. Her şeyi onlar kontrol ediyorlar. Dediğim gibi astronotlar kobaydan ibaret. İpler ise bilim adamlarının elinde.”
Gölgelerin arasından yürümeye devam ediyorduk. Yerdeki şekillere bakarken iplere sahip olmanın bu kadar önemli olup olmadığını düşünüyordum. Arabayı babanız kullansa bile tatile siz de gitmiyor muydunuz? Kobaydan sayılsa da, bir uzaylıyla karşılaşacak olan yine astronottu. Bilim adamı olmaya pek ikna olmamıştım.
Birden yerdeki gölgelerin arasında bir kurbağa gördüm. Pörtlek gözleriyle bu dünyaya ait değil gibiydi. Babam durduğumu farketmemiş, yürümeye devam ediyordu. Usulca diz çöktüm. Sonra elimi kurbağaya...
...
... doğru uzattım.
“Bu kurbağaların doğru seçim olduğuna emin misin? Zamanımızı boşuna harcıyormuşuz gibi geliyor.”
Winnie elinde geçen Cuma’nın test sonuçlarını bana sallıyordu.
“Xenopus laevis’ler mi? Bence bu araştırma için idealler.”
Xenopus! Garip ayaklı anlamına da geliyordu, yabancı ayaklı anlamına da. Gövdesine göre oldukça iri ayaklarıyla elimden kurtulmak için debeleniyordu.
“Korkma kızım. Bir kaç yumurtanı alıp seni bırakacağım.”
Topladıklarımdan aldığım örnekleri mikroskopun altına sürdüm. Xenopus ise on yedi numaralı vivaryumuna geri döndü.
Mikroskoptaki görüntüyü monitöre aktardım. Gördüklerim karşısında geriye doğru sendeledim. Sonra uzanıp görüntüyü büyüttüm. Olmuştu. Başarmıştık. İlk on altı vivaryumdaki deneyler başarısızdı ama on yedincide becermiştik.
Yine de acele edip Winnie’ye seslenmedim. Örnekleri dna testlerine sokmam gerekiyordu. Bunun için de öğle yemeğine kadar bekledim. Herkes çıkınca testleri başlattım.
Sonuçlar gelene kadar binanın önüne çıktım. Bir sigara yaktım. Sonra onu söndürdüm. Bir başkasını yaktım. Tam onu da söndürecektim ki ne yaptığımı bilmediğimi farkettim. Yakındaki bir banka oturdum. Temmuz sıcağında nispeten serin bir ada gibiydi. Serinliği borçlu olduğum akağacın yerdeki gölgesine baktım. Aklıma babam geldi. Haklıydı. İpleri elinde tutmak güzeldi. Sadece on yedinci vivaryumdakilerin değil, tüm insanlığın iplerini. Artık hiç bir şey aynı olmayacaktı, tabi neler olduğunu Winnie’ye söylersem.
Sigaram bitmişti. Kalktım, izmariti küllüğe atıp binaya geri döndüm. Laboratuara gidene kadar karar vermem gerekiyordu. O koridorda yürürken bir an kendimi Mars’ta yürüyor gibi hissettim: Kurbağalar için küçük bir yumurta, insanlık için yeni bir çağ. Buna ben karar verecektim.