8
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1164
Okunma

18 Mayıs 2010 Birgün Gazetesi
Gerçekleşenlerin ötesinde bir güç
Kültür-Sanat Haber
www.birgun.net
ALİ RIZA KARS [email protected]
Her şeyin alışkanlık haline getirildiği, hayret etme yeteneğinin tembelleştirildiği, soruların bile istenen ölçülere göre sorulduğu bir zaman diliminde Osman Çakmakçı’nın; “Aslında kimin nasıl şiir yazdığı çok da umurumda değil. Ben kendi işime bakarım” düşüncesini; “Ama eğer bir şiir belli bir iddiayı taşıyıp o iddiayı yaygınlaştırmaya çalışıyor, toplumu ve şiiri yanlış yönlendirmeye yelteniyorsa burada devreye sorumluluk duygusu girer” diyerek geri plana itip toplumsal sorumluluğunu öne geçirmesini, kendi işini bir yana bırakıp toplumcu gerçekçilik üzerinden yeni bir tartışma başlatmasını önemsiyorum.
YENİ BİR BİLİNÇ
Egemenlik yarışında olan kültürlerin toplumlarda oluşturdukları etkiler, toplumlar tarafından kabul gördükçe, bu kabulleniş toplumsal bilince/bilinçsizliğe dönüşmekte ve toplumlar da bu bilinçlerine yeni uygulama alanı aramaktalar. Tüketim bilincini benimseyen bir toplumun sürekli tüketimi gibi; anlamsızlığı benimseyen şairler de sürekli niceliksel bir çoğalmayı beslemektedirler.
Şiir, derin sanılsın diye bulandırılmakta; dibi görünmesin diye üzeri sığ ve durgun göllerdeki gibi toz, çamur ve humuslardan oluşan o ince kaymak tabakasıyla kapatılmakta; pervasızlık ve özensizlik içinde yapılan eğretilemelerle, nedeni ve hedefi belirsiz göndermelerle; dil, içerik ve biçim yönünden tekdüzeliğe düşmüş bir şiirin silik kopyaları hâline getirilmektedir.
İşte böyle bir dönemde; Osman Çakmakçı’nın şiirle başlayan serüvenini şiir üzerine yazılarıyla sürdürmesinin önemine inanıyor, çoğu konularda iyi ki yazıyorsun Osman Çakmakçı diye düşünüyor, benim için önemli olduğu kadar da şiir, şair, okur ve herkes için yararlı olmasını umuyorum.
ŞİİRDE YAŞAM İZİ
Osman Çakmakçı; “Ahmet Telli şiirini başından beri sevmedim. Bu şiir bende samimiyetine ilişkin daima bir kuşku uyandırdı. O yüzden de son kitabına kadar bazı kitaplarını okumadım bile. İnsan hep aynı şeyi okuyunca canı sıkılıyor elbette.” diyen duygulanış fikirleriyle başlattığı yazısını; “Şimdi gelelim ‘Nidâ’ya. Bu kitaptaki bütün şiirler toplumculuğa aykırı bir şekilde formalist ve her bir şiir kendine, kendi biçimine ve içeriğine mahkûm. Ayrıca şiirlerde yaşantı/yaşam izi yok. Sanki bütün imgeler kitabî, yaşamdan değil de daha önce yazılmış şiirlerden, dizelerden yola çıkıyor. Şiir toplumculuğa aykırı bir biçimde kendini gönderiyor da yaşama nüfuz etmiyor, yaşama açılmıyor” diyerek, izlenimsel eleştiri boyutuna taşıyor.
İçerik - biçim tartışması, tavuk yumurta hikâyesine dönüştürülse de, yazılan şeyin şiir düzeyine eriştiği yerde, biçim ile içerik arasındaki etkileşim kendini her zaman gerçekleştirmiştir. Metodoloji bakımından içerikten biçime düşünülse de karşılıklı etkileşim içinde gerçekleştikleri düşüncesi bana daha yakın geliyor. Zaten Çakmakçı’nın yazılarını okuyan biri olarak biçim konusundaki görüşlerini paylaşıyorum.
İmgelerin nasıl yaşamsal olup olmadığına değinmeden önce, duygulanış fikirleri ve izlenimsel eleştiriyle ilgili benimsediğim görüşleri paylaşmak istiyorum.
Bilindiği gibi, sevmek veya sevmemek bir duygudur ve duygulanış fikirleri etkileyen ben’in doğasından çok etkilenen ben’in doğasıyla ilgilidir.
Bir kişi; “Dünya hep karanlık,” derse, bir duygulanış fikrinden söz etmiş olur ama bu dünyanın gerçekten hep karanlık olduğunu değil, o kişide böyle bir duyguya yol açtığını gösterir.
Bu bilgi, ne etkileyenin, ne etkilenenin doğasını ne de etkinin nedenlerini açıklar. Bulanıktır. Nedenlerin değil etkilerin, yani sonuçların bilgisine dayalıdır. Bilgilenme türü olarak en alt düzeydedir ve insanı yaşam karşısında edilgin kılar.
Bu duygulanış, nedensellik bağıntısı üzerinden kavranılarak kavramsal fikirler düzeyine taşınabilseydi, insanın yaşam karşısında, nedenlerin bilgisiyle donanmasına, etkinleşmesine ve eyleme gücünü artırmasına katkıda bulanabilirdi.
Kaldı ki şiirin gücü gerçekleşenlerin hepsinin ötesindedir. Ancak sezgisel bilgilenimle sonsuzluğa yönelebilir…
İmgelerin yaşamsal olup olmadığına gelince…
Ben, Ahmet Telli’nin -değil kitaplarını okumadan yazmak- bütün şiirlerini okudum. Zaten bütün şiirlerini okumadığım şair hakkında toptan bir yargıya varamayacağımı da bilirim.
Ahmet Telli’nin şiirine ‘yaşamın dışında’ diyebilmek pek olası değil gibi geliyor bana.
Bir şairin imgelerinin dışsal bir cisme ait olmadığını, söyleyebilmek için bunu örneklendirebilmek gerekir. Eğer şair olmayan bir şeyi, gerçekte var olmadığını bilmiyor ve varmış gibi alımlıyorsa bu onun yanılgısıdır ve imgeleme ile ilgili değildir. Dolayısıyla şairin bir şeyi, gerçekte var olmadığını bildiği halde, varmış gibi alımlayabilmesi/imgeleyebilmesi yanılgı değil, özgün bir gücüdür.
Zaten dışsal şeyin var oluşu dışlanamıyorsa nedeni bulunamayan olarak yapılan imgeler olduğundan daha güçlüdür.
Burada bilinen bir konunun altını çizmek istiyorum; ‘Dışsal bir nesnenin gerçekte var olmadığı halde açıkça varmış gibi algılanması, varsanı (hallucinatin)dır. İçsel (ruhsal) olan, yanılgı ile dışsal kaynaklı addedilir.’
TELLİ, HÂLÂ EZİLENLERİN SINIFINDADIR
Osman Çakmakçı betimleyici cümlelerden, kural ve/veya sonuç belirten cümlelere geçmenin sakıncalarını bilmez mi ki!? “… Eğer şiir başarısızsa ortada söz konusu edilebilecek bir şey de kalmaz. Yani salt toplumcu gerçekçi içeriğe sahip diye yazılan başarısız bir şiir kendiliğinden önem kazanmaz…” şeklinde görüşlerini açıklarken; “Bu çerçevede ele alındığında Telli’nin şiiri sınıfta kalıyor” diyerek sonuç bildiren bir cümleye geçiyor, hemen ardından da yeniden toplumcu gerçekçi şiir konusunda düşüncelerini açıklayan cümlelere…
Ya bir gün biri de çıkar, “Eğer roman başarısızsa ortada söz konusu edilebilecek bir şey de kalmaz. Yani salt toplumcu gerçekçi içeriğe sahip diye yazılan başarısız bir roman kendiliğinden önem kazanmaz... Bu çerçevede ele alındığında Yaşar Kemal’in romanı sınıfta kalıyor” derse!?
Ahmet Telli şiirinin hangi öğretmen tarafından ve kaç üzerinden kaç puan verilerek hangi sınıfta bırakıldığını bilmiyorum. Zaten nota dayalı eğitim sisteminin ne olduğu da ortada. Ama bildiğim kadarıyla Ahmet Telli hâlâ ezilenlerin sınıfındadır ve şiiri de, Kızılırmak’tan, Yeşilırmak’tan buharlanıp o sularda akarken, Barbar ve Şehlâ ile birlikte başlayan Dicle’den, Fırat’tan buharlanıp Dicle ve Fırat’ın sularında akışını Nidâ ile sürdürmektedir.
“Sanat bahsinde sekterlik [yobazlık] en büyük düşmanımızdır. Sekterlik nihilistliğin [yadsımacılık] bir çeşididir. Sekter, bir şeyden, kendi zevkinden başka her şeyi, bütün görüşleri inkâr eder. (…)
İNSANA HAS OLAN ŞİİRDE DE OLSUN
Ben şimdi bütün şekillerden faydalanıyorum. Halk edebiyatı vezniyle de yazıyorum, kafiyeli de yazıyorum. Tersini de yapıyorum. En basit konuşma diliyle, kafiyesiz, vezinsiz de şiir yazıyorum. Sevdadan da, barıştan da, inkılaptan da, hayattan da, ölümden de, sevinçten de, kederden de, umuttan da, umutsuzluktan da söz açıyorum, insana has olan her şey şiirime de has olsun istiyorum. İstiyorum ki okurum bende yahut bizde, bütün duyguların ifadesini bulabilsin. 1 Mayıs Bayramı’na dair şiir okumak istediği zaman da bizi okusun, karşılıksız sevdasına dair şiir okumak istediği vakit de bizim kitaplarımızı arasın” der Nazım. (Babayef, ’Nâzım Hikmet Kendi şiirini Anlatıyor’, Konuşmalar, ss. 180-186)
Toplumcu gerçekçiliğin unutturulmaya, gerçekçiliğin ötelenmeye çalışıldığı bir süreçten geçiyoruz. Osman Çakmakçı bir yazısında; “80 şiiri yapay bir şiirdir… O dönemin şairlerinin referansı hayat değil, şiirdir” diyerek çok önemli bir vurgu yapıyordu. Bazı şairlerimizi bu düşüncenin dışında tuttuğumuzda, gerçekten de kendini toplumcu gerçekçi ve dahası gerçekçi addeden çoğu şairlerin bile bu etkinin güdümüne girdiğini görmezlikten gelemeyiz.
Ne var ki, toplumcu gerçekçiliğin unutturulup gerçekçiliğin (hatta toplumsalcılığın bile) ötelenmeye çalışıldığı bu süreçte bireysellik, ulaşılması gereken bir hedef gibi gösterilmektedir. Oysa var olan bir şeyin bir başka şeyden tam olarak soyutlanamayacağını kaydeden diyalektik düşünce, bireyin hallerini de çok iyi bilir ve hayattan bireyi soyutlamaz. Tarihsel birey olabilmiş bireyi önemser, dogmatizmin katılığından, mistisizmin bulanıklığından korur. Sanatın ereğinin sanatın kendisi olduğunun altını çizerken sanatsal edimin hayatın dışında olmadığına vurgu yapar.
Ahmet Telli şiiri, belli bir kültür düzeyi olan insanlar arasında alımlanır durumdadır. Hayatta dolaşıma girmiş bir şiirdir. Bu bir gerçeklikken Ahmet Telli şiiri için “yaşamın dışında” yargısına varmak oldukça düşündürücüdür…
Sevdiğim ve şiirlerini, yazılarını keyifle ve gelecek açısından umutla okuduğum güzel insanlar! İyi ki varsınız ve yazıyorsunuz. Birbiri için canını veren bir geçmişten, birbirini boğazlayan bugüne geldik. Kalemlerinizin karanlığı aydınlatması ve geleceğin güzel ufkunu çizmesi dileklerimle…