26
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1915
Okunma

-Adım-
Paralel adımlarla caddenin iki ayrı yakasını adımlıyorduk. Önceleri beni takip ettiğini anlamamıştım. Ne vakit durdum, o da durdu, yürüdüm o da yürüdü, ikimiz arasında bağımsız bir bağ olduğunu, adımlarımızın birbirine endeksli olduğunu anladım. Fakat korkmadım hiç. Yaşam denen sergüzeştin korkaklara hiç adil davranmadığını öğreneli neredeyse iki yıl olmuştu.
Onu fark ettiğimi anlarsa geride kalıp kendini gizlemesinden korktum yalnızca. Uzun zamandır ilk kez garip bir şekilde de olsa biriyle yürüyordum. Durdum. Yanımdaki gözlükçünün vitrinine bakıyormuş gibi yaptım. Bulanık da olsa vitrin camından onu görebiliyordum. Tam benim durduğum enlemde, benim ayak şeklimde durdu. Onun arkasında vitrin yoktu. Dikkatle bakmasını icap ettirecek hiçbir şey yoktu. Uzun demir çubukların ve birkaç kamyon tekerinin yığıldığı boş bir arsaydı yan tarafı.
Mavi gömlekli adamları sevmişimdir hep. Mavi; geceleri bile parlak bir umuttur hep. Beyaz bile kara görünür de, maviye bir şeycikler olmaz karanlıkta. O da mavi gömlekliydi. Ne kadar durduk öylece bilmiyorum. Sanırım ona gecenin soğuğunu hissettirecek kadar. Omzunda asılı ceketini sırtına geçirdi. Ayakkabısının ucuyla kaldırıma vurdu, saçlarını düzeltti, olduğu yerde yaylandı sonra. Anladım, sıkılmıştı. Yürümeye devam ettim.
-firar-
Çıkmadan önce annemin odasına doğru baktım. Kapının üzerindeki eğri büğrü çizgilere, anahtarı kayıp kilide, kapının alt tarafına kazınmış yazıya sanki ilk kez görüyormuş gibi yabancı gözlerle baktım. Oysa o yazıyı çatalla kapıya kazan bendim. Her şey inanılmaz bir hızla devrini tamamlayıp kaybolurken, Mustafa hep “Salak” kaldı kapı kitabesinde.
Odadan tahta gıcırtıları gelince ne yapacağımı şaşırdım. Korkacak çok şeyim vardı ama henüz bunu kimse bilmiyordu. O saatte salonun ortasında olmam da anormal bir durum değildi. Fakat, nereye gizlersem gizleyeyim yüreğimin ve aklımın içindekileri görecekler endişesi nefesimi kesti. Öyle ki; elimdeki valizi gizlemek, içimdeki avazı gizlemekten daha kolay gibiydi.
Yerimden kıpırdamadan sesleri dinledim. Bereket versin ki bu uzun sürmedi. Annem her zamanki gibi ağrılı dizleriyle savaşıyor olmalıydı. Her gece formika karyolasından gelen bu kederli gıcırtılar eşliğinde uykuya daldığım halde, o an korkuma engel olamadım. Masanın üzerindeki küçük fanusta dünyadan habersiz konuşma baloncukları kabartan balıklara baktım. Onlar da bana baktı. Kuyruklarını sallamadılar, solungaçları da sabitti. Galiba gidiyor olduğumu anlamışlardı. Baloncuklarını yanaklarında biriktirdiler.
Kapıyı açıp avluya çıktığımda bir kedi gölgesi görsem oracıkta bayılacak kadar heyecanlıydım. Halbuki günlerdir bu gidişin provasını yapıyordum. Kaç gece herkes uyuduktan sonra çöp poşetini elime alıp kapıyı gıcırtısız açma ve süzülerek dışarı çıkma denemeleri yapmıştım. Ama hiçbir teori eyleme dökülme esnasındaki korkuyu ya da heyecanı yaşatmıyordu insana.
-Adım-
Caddenin ışıksız ve safha nihayetine yaklaşmıştık. Artık ne kediler vardı piyasada, ne asık suratlı adamlar. Binalar bile seyrelmişti. Yaşam belirtisinin gittikçe azaldığı bu caddenin ucunda, metruk bir medrese kalıntısı vardı. Gündüz dahi önünden geçilemeyecek kadar dehşet verici bir siluete sahip o medrese hakkında pek çok rivayet duymuştum vaktiyle. Dediler ki, kızın biri zamanın kadısı tarafından öldürülüp duvarlardan birinin dibine gömülmüş. Hatta öykülemede sınır tanımayanlar kızın sarı feracesini savura savura medrese bahçesinde yürüdüğünü, sabah ezanına kadar hıçkırarak ağladığını bile anlattılar.. Bu rivayet iyice meşhur olunca iyi sıhhatte olsunlara karışanlar ve müzmin sara hastaları buraya şifa niyetine getirilir olmuş. Bir gün kadının birini, gözlerini çatladı çatlayacak bir büyüklükte açıp, dudaklarını telaşlı ve olağanüstü bir şeyler anlatanlara has bir üslupla uzatarak; saralı oğlunu medrese harabesine götürdüğünü, falcı Nuriye’den aldığı telkinle “Sarılı Kız gel,” diye üç kere çağırdığını, daha kelamı bitmeden koca duvarın ikiye çatladığını ve oğlunun o çatlağa gülümseyerek bakıp Ya Rabbi şükür diye bağırdığını anlatırken duymuştum. O günden sonra ne vakit o harabenin önünden geçecek olsam dudaklarımdan gayri ihtiyari bir şükür duası döküldü. Ama ne çatlayan bir duvar gördüm, ne Sarılı Kızı.
Kaldırım bitmişti. Topuklarımın bastığım yerden güçlükle ayrılmasından anladım bunu. İki gündür aralıksız yağan yağmur toprağı kıvamlı bir hamura çevirmişti. Yan gözle mavi gömlekli adama baktım. Karanlıkta yüz ifadesini göremesem de, yürürken bakışlarını hiçbir yöne kaydırmadan medreseye baktığını fark ettim.
Sonunda medresenin ezik bira kutuları ve çürümüş Trabzon hurmalarıyla dolu bahçesine vardığımda adamın etrafta olmadığını gördüm. O an içimi garip bir yalnızlık duygusu kapladı. İri bir taşın üzerine oturup kurumuş duvar sarmaşıklarıyla kaplı harabeyi seyre daldım.
-firar-
Bütün kış ahırda tutulup, bahar otlarının yeşermesiyle çayıra salınan inekler kadar şaşkın, korkak ve özgür bir ruhla koşuyordum sokakta. Meğer küflü eşiklerin bir adım sonrası, akla sığmaz bir heyecanmış diye düşünüyordum ki, iki sarhoş bekçinin yolumu kesmesiyle, zembereğinden boşalmış heyecanın bir cahil kız için hiç de emniyetli olmadığını anladım. O an odamın bezgin lambasının, kirli duvarlarının, yayları sırtıma batan yatağımın ne bulunmaz bir nimet olduğunu anladım. Geri dönmeliydim.
Evin bahçe kapısına vardığımda annemin ışığının yandığını gördüm. Çıkarken hafif aralık bıraktığım kapı da duvar gibi sımsıkı kapatılmıştı. Kaçtığımı anlamış olmalıydılar. Arkamı döndüm, bekçiler görünürde yoktu. Sokak lambasının ışığında etrafı iyice kolaçan ettikten sonra ne yapmam gerektiğini düşündüm. Tekrar evin kapısına baktım. İki ay evvel kocaya kaçmak niyetiyle bir gece yarısı evi terk eden, fakat sevgilisinin buluşma yerine gelmemesiyle sabaha karşı eve dönmek zorunda kalan Seher’in başına gelenleri düşündüm. Cezası olmayan bir suçtu namus temizliği. En iyi ihtimalle öldürürlerdi beni. Gören görmedim, duyan işitmedim derdi de, hiç doğmamış gibi sır oluverirdim bir kör vakitte. Anam bile kırk gün eline kara kınalar yakar, alnına kara çatkılar çatar sonra o da herkes gibi “Dünyada yiyecek tanesi bu kadarmış” der, unuturdu beni.
Benim için hayatın o kapıdan çıktığım andan önceki kısmının çoktan masal külliyatına girdiğini biliyordum ve ağlayarak yarı gölgeli sokağa doğru yürüdüm. Yola komşu bahçelerin sokağa sarkan dallarından dökülen çürük dutların kokusunu içime çeke çeke ana caddeye vardım.
-Adım-
“Sen Fitnat’sın”
Arkamı döndüğümde biraz ilerideki hurma ağacının dibinde bağdaş kurmuş oturan mavi gömlekli adamı gördüm. Ağacın iri yapraklı dallarından sızan ışık parçaları, yüzünde ve bedeninde durmadan gezinen birer el gibi göründü gözüme. Biraz daha dikkatli bakınca elinde bir dal parçasıyla çamuru eşelediğini fark ettim. Bana bakmıyordu.
“Sen Fitnat’sın” dedi tekrar. Gülümsedim. Adımı unutalı çok zaman olmuştu. Fitnat olmak hoşuma gitti.
“Nereden bildin” dedim. Elindeki çubuğu bana doğru uzattı.
“Boynundaki muskadan.”
“Beni mi arıyordun?”
“Uzun zamandan beri.”
Başını yerden kaldırdı. Hala yüzünü net bir şekilde göremiyordum. “Gelsene” dedi. “Burası daha kuytu.” Düşünmek için vaktim de her hangi bir çekincem de yoktu. Mantomun eteklerini toplayıp yanına gittim. Yana çekildi ve yere serdiği ceketinin üzerinde bana yer açtı. “Çok şükür” dedi. Gülümsedik.
-firar-
Yol bin parçaydı önümde. Çoktan seçmeli bir sorunun göbeğindeydim. Şehir büyük ve ıssız. Geceleri sarhoş, gündüzleri beyefendi. Kaldırımlarında şen ve kederli adımlar yan yana. Her duvar arkasında durmaksızın matine yapan arsız orta oyunları. Bütün yaşamların orta yerinden nefes almak geçiyorsa dedim kendi kendime, en kolay şekilde nefes almanın yolunu bulmalıyım.
Önceleri yalpaladım fakat bir zaman sonra, dik durmak için gayret ettikçe yeryüzünde hiçbir şeyin dik olmadığını fark ettim. Yeryüzünün öz ekseni bile eğriyse, ne anlamı vardı rüzgara karşı tükürmenin. Daha önceleri de çalıştığım bir atölyede işe girdim. Şehrin öbür ucunda, bacasından ağıtlar ve ölüm fermanları tüten baba ocağımdan uzak bir yerde küçük bir oda tuttum. Benimle beraber iki kız daha yaşıyordu o iğrenç yerde. Bir küçük dolabımız, eskiciden düşme kanepelerimiz, piknik tüpümüz ve iki tenceremiz vardı. Çok geçmeden kızlardan Züleyha işyerinden bir gençle evlendi. Kimi kimsesi yoktu ikisinin de. Kimse teneke bağlamadı gelin arabasının ardından. Beyaz bir elbiseyle gerçek gelinler kadar mutlu çıktı yoksul odamızdan Züleyha. Zeynep’le ben, caddeye bakan penceremizden el salladık ardından. Bir daha da hiç görmedik onları. Duyduk ki, köylerine gitmişler.
Arada terk ettiğim evin bahçe kapısından gizlice seyrettim annemi babamı ve salak Mustafa’yı. Biraz ağladım, biraz güldüm Mustafa’nın bahçede düşüp kalkmalarına.
O doğuştan farklı bir çocuktu. İlk başlarda çocuktur geçer dediler. Sonra geçmedi zamandan başka hiçbir şey. Her şeye güldü ve ağladı Mustafa. Kırdı, bozdu yükü bana kaldı. Onun normal olmayışının acısını benden çıkarttı hayat. İlahi adalet dedikleri bu olsa gerek diye düşündüm her gece. Biri normal yaşamıyorsa, diğerine de haramdı yaşamak. Öyle bir an geldi ki, evde kim deli seçemez oldum. Her birimizin tuhaf hareketleri, tuhaf kahkahaları, tuhaf çığlıkları vardı. Galiba bu, Mustafa’yı başka türlü hazmedemeyişimizin bir neticesiydi.
-Adım-
Kolunu omzuma attı. Şimdi gözlerinin içindeki haleleri bile net bir biçimde görebiliyordum. Bir yerden tanıyordum bu adamı. Eski tozlu, unutulmuş bir yerlerden. Ya da hatırladığımı sanmak istiyordum.
“Benden korkmuyorsun değil mi” dedi.
“Hayır” dedim.
“Ben öğrenciyim. Tıp okuyorum.” Boynumdaki muskaya baktı.
“Hala saklıyor musun” dedi. “İçindeki pusulayı okumadın mı hala?”
“Hayır.”
“Orada senin hikayen yazılı bilmiyor musun?”
“Bilmiyorum.”
“Açalım ister misin?”
İstiyor muydum? Cevabımı beklemedi. Yaklaştı yaklaştı, nefesi yanaklarımı üşütecek kadar yakınıma geldi. Çok uzaktan polis arabasının sirenleri geliyordu. Bir de altında oturduğumuz ağaçta tüneyen şaşkın bir kuşun ince homurdanmaları. Elimle mavi gömleğinin sardığı göğsüne dokundum. İrkildi.
“Soğuksun sen” dedi. “Üşüdün.”
“Hep soğuktım.” dedim. Eğildi, dudaklarımdan öptü.
-firar-
Bir gece pencereme vuran taşın sesiyle uyandım. Orta yerinden yırtılmış, lekeli perdeyi aralayıp sokağa baktım. Mustafa oradaydı. Zeynep çığlığıma uyandı. Kalkıp yanıma geldi ve Mustafa’ya baktı. “Sakın gitme” dedi. “Onunla gitme. Korkunç rüya gördüm ben. Bir elmaya dönüşüyordun ve ısırıyorlardı seni. Sonra artıklarını bir ağacın dibine gömüyorlardı.”
“Korkma” dedim. “Elma görmek temiz yüzlü tatlı insanlara delalettir.” Mantomu giydim. Zeynep’e sarılıp çıktım.
Mustafa’ya nasıl güvenmezdi insan? Dünyada delilerden daha merhametli kim olabilirdi? Sarıldı öptü beni. Büyümüş, koca adam olmuştu. Ama hala tuhaf bakıyor ve tuhaf gülüyordu.
Hiç konuşmadan medrese harabesinin önüne kadar geldik. O ana kadar sessiz olan Mustafa aniden telaşlandı. Harabenin içinde belirsiz bir noktaya bakarak “Çok şükür” dedi ve gülümsedi.
“Yoruldum abla”
“Oturalım mı şurada?”
“Orada olmaz. Şurada.”
Gösterdiği yere baktım. Mantomu çıkartıp yere serdim. Oturduk. Hala gülüyordu. “hadi söyle” dedi. “Bizim şeyimizi söyle.”
“Bahçelerde tafa, koca kafalı Mustafa…Bahçelerde tafa, koca kafalı Mustafa.”
Yerinden fırladı. El çırptı, zıpladı. O çok severdi bu tekerlemeyi. Mustafa işte. Başkası olsa alınır, kızardı.
Birden durdu. Yüzü asıldı, gözlerinin aşina korkunçluğu daha karanlık bir hal aldı. Sonra eğildi ve yerdeki koca taşı kaldırıp, “Al sana koca kafa” diye haykırdı.
Sarı elbisemin yakasından süzülen kanı gördüm en son.
-Adım-
Mantomun yaka düğmelerini açtı. Elleri titriyordu.
“Fitnat” dedi “Sen soğuksun.”
“Hep soğuktum” dedim.
Sonra durdu.
“Yakanda kan var senin”
“Hep vardı.”
Güldük. Bu kez ben uzanıp onu öpecektim ki, caddenin ışıklı tarafından gelen bir kadın sesi aramıza girdi.
“Salih! Nerdesin oğlum.”
Kadın yaklaştıkça mavi gömlekli adam daha şiddetli bir şekilde titredi. Titredi, titredi ve yerde yuvarlanmaya başladı. Ağzından dökülen beyaz köpüğü görebiliyordum.
Kadın koşarak oğlunu kucakladı. Ardından bir adam daha geldi. Salih’i kaldırdılar.
“Bey sana kaç kere dedim odanın kapısını açık bırakma. Bu kaçtır, kaçıp kaçıp buraya geliyor.”
Salih adam ve kadının kolunda uzaklaşırken bir ara döndü ve bana baktı. Çok şükür” dedi bağırarak.
Sonra medreseye sabah ezanı okundu.
...ENGİNDENİZ...