Kılıç kumaşları delip vücuda girince gözleri büyüdü. Daha da bastırdım. Ağzından bir hırıltı çıktı. Bana bakıyordu. Sanki her şeyi geri alabileceğime inanıyor, bu anı hiç yaşanmamış sayabileceğimizi düşünüyordu. Öyle olmadı. Çift yüzlü kılıcın ucu sırtından çıkmıştı bile. Bal rengi gözleri vardı.
“Yüzünü seyretmeyi bırak kahrolası!”
Başımı sesin geldiği yöne çevirdim: Çok kızmıştı.
“Bana bakmayı da bırak. Neyin var senin? Ölüp gideceksin.”
Ayağımı adamın göğsüne yasladım ve kılıcı geri çektim.
“Niye arkamdan ayrıldın? İkimizi de Hades’e göndereceksin.”
Dövüşün heyecanıyla en temel kuralları ard arda çiğnemiştim. En önemlisi sırtdaşımı terketmiştim. Koşarak yerimi aldım. Devam ettik.
Sardis satrabının ordusu dağılıyordu. Savaş düzenimizi gevşetebilir, kaçanları kovalayabilirdik. Peşlerine düşecekken beni tuttu:
“Bırak, bu süvarilerin işi.”
Kalkanımı sırtıma asıp, elimde kılıçla yere düşmüş Pers askerlerinin arasında dolaşmaya başladım. Arkamdan seslendi:
“Dürtmek için kılıç yerine mızrak kullan! Yaklaşıp riske girme.”
Yaralı olup olmadıklarını anlamak için dürtüyor, eğer yaşıyorlarsa mızrağı göğüslerine saplıyordum. Kılıcı tercih ederdim; onu geri çekmek daha kolaydı. Yine de söz dinledim.
“Bunlar Darius’un Ölümsüzleri değil. Sıradan köylüler. Evleri bile tamtakırdır. Unutma evlat, en önemli ganimet dövüş sonunda ayakta kalmaktır. Gel, toplanıyoruz.”
Akşam çadırın önüne oturduğumuzda şaraplar dağıtıldı. Elinde toprak kadehiyle Kallikles aramıza oturdu.
“Ee, nasıldı ilk gününüz? Beğendin mi genç Leukos’un dövüşmesini?”
“Bana ilk günlerimi anımsattı. Ben de onun gibi gözü kara ve aceleciydim. Her gencin yaptığı hataları o da yaptı. Ama yüreği yıllardır savaş meydanlarında kılıç sallıyor gibiydi. Gurur duydum oğlumla.”
Babamın bu sözleri üzerine yüzüm kızardı. Ordular karşı karşıya geldiklerinde nasıl titrediğimi görmemiş olamazdı. Ama babamdı işte. Dayanayım diye sırtını bana vermişti.
Yıllar sonra, yatağında ölürken bana:
“Savaş alanında olmalıydı evlat, sırt sırtayken olmalıydı. Kalkanının gölgesine düşmeliydim, eve onun üzerinde dönmeliydim. Şimdi kocakarılardan ne farkım kaldı?” demişti.
Ben de onun adını oğluma verdim, kalkanını da ona emanet ettim. Yine sırtsırtayız, eski günlerdeki gibi.
Paylaş:
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Cinsiyet ayrımı yapmadan diyebilirim ki yatakta ölümü kimse istemiyor. Sapasağlıklı bir şekilde ölünecekte değil gerçi ama. Savaşçı için düşkün hale gelmek bir facia. Babalar hep güçlü görünmek ister. Duygusaldı. Çok beğenerek okudum. Tebrikler. Selamlarımla.
Öğrencilerime arada sırada sormuşumdur: Nasıl öleceğinizi düşünüyorsunuz? Yatakta, torunlarınız etrafınızdayken mi? Belki öleceksiniz ve kimse farketmeyecek, cesediniz bir hafta boyunca çürüyecek. Belki son anlarınızı vücudunuzdan kopmuş bir organa bakarak geçireceksiniz. Kişisel deneyimlerime dayanarak söylüyorum, yatak ya da değil, ama ölürken sevdiklerinizin yanında olmak istiyorsunuz. Savaşçılar ise meydanda, aktörler ise sahnede ölmeli. Her ikisi de değilim.
Teşekkürler güzel ve ilham verici yorumunuz için. Saygılarımla.
General Maximus! Savaşmak fikrini sevdiren adam Savaşmak bir insana ancak bu kadar yakışır :) Bunlardan biri Maximus'a benzesin ;D Tebrikler , güzeldi.
Filmlerin yapılış dönemleri bu kadar uzak olunca aradaki farklılık Russell Crowe un da ötesine geçiyor. Spartacus tekevizyon dizilerinden sonra Kirk Douglas ın meşhur Spartacus ünü (Bir Demet Tiyatro da sıkça lafı edileni) seyrettiğimde de benzer duygulara kapılmıştım. Ama 1964 yapımı film çok daha gerçekçi ve sonu olması gerektiği gibi.
Hmm Russell Crowe olmayan bir Gladyatör kreması olmayan bir kahve gibi olsa gerek. Ee ben kremalı sevdiğim için sorun olabilir. Ama merak ettim açıkcası:) Teşekkür ederim öneriniz için. Saygılar ...
Gladiator filmi hoşunuza gittiyse size o filmin orijinali olan The Fall of the Roman Empire (1964) öneririm. Alec Guiness, Sophia Loren, Omar Sharif. Çekimler Ridley Scott'ınkilerle boy ölçüşemez ama olayları daha gerçekçi bir açıdan ve farklı sonla verir. Uyarmalıyım, o filmdeki Maximus tam bir hayalkırıklığı olacaktır.
Öyküdeki karakterler Maximus'a göre daha uzun saçlılar. Ama eminim yine de gözünüze hitap edeceklerdir. Saygılarımla.
Biliyorum ki bu öyküyü çok kısa bir sürede yazdınız.
Hani Fenafil bir cevabında demişti ki "On yıldır yazmıyordum." İnanayım mı, bilemiyorum. Ben sizin amatör olduğunuza asla inanmadım ki zaten. Yazdıklarınızın hiç biri sıradan öyküler değil.
Bunları söylemek istedim...
Size sürekli "belirgin bir duygusallık yok" diyordum ya, bu öykünün son kısmında o duygusallık vardı. Galiba o duygusallığın nedeni de "baba" olgusuydu.Anne ve baba olguları nereye girse orayı sızlayan bir yüreğe çevirir genelde. Çok şey düşünür ve yaşarsınız. Savaşlı bir duygusallık olsa da baba daima babadır.
Bir de bu kez kahramanlar hiç bir şey içmediler diyordum ki şaraplar dağıtıldı yine. Kahramanlarınız yemek yemeyen sadece susayan tipler. Bu bir bilinçaltı mıdır ki her öykünüzün kahramanı mutlaka bir şeyler içiyor. Ve siz bu düzene daima sadık kalabiliyorsunuz? Allah selamet versin, Fenafil diyordu ki "Öykülerimi kahve eşliğinde okuyunuz." Demek ki bu içme oalyı yazarın iç dünyasından ileri gelen bir alışkanlık:)
Çok beğendim. Kıskançlık gıpta, ne derseniz deyin. Gidip çay içmeliyim.
Etkilemekten kasıt tarz ya da konu kopyalamak değil. Benzer ürünler bile yaratmak değil. Bakışın, algılayışın ve yorumlamanın etkilenmesi söz konusu olan. Bunun için yazarlara da ihtiyaç yok. Sadece yaratıcı çalışmanın içinde bulunanlar olması yeterli: besteci, ressam ya da sahneye koyucu gibi. Genelde de etkileşim karşılıklı olur.
Bizde genelde etkilenme güdümüne girme gibi algılanıyor, ondan bahsetmiyorum.
Atölyeler bildiğim kadarıyla işliyordu. Ben hiç öyle bir çalışmanın içinde olmadım. Pek sosyal değilim sanırım. Ecet haklısınız, çalışmalar birbirlerini etkileyebilir.Ama ben onca kıskançlığıma rağmen tarzınızı kopya edemedim:) Saygılar.
Genelde iyi yazılar diğerlerini tetikler. Diğerlerinin yazılarında kişi kendisinin ne yazmka istediğini ya da istemediğini, neler yapabileceğini ya da yapamayacağını görür. Edebiyat Defteri nin pek de işlemediğini sandığım atölyeleri var ama aslında kendisi başlı başına bir atölye. Çizgiüstü çalışmaların da herkese dönüşü var.
Yazanalrı okuyunca nasıl mutlu olmaz insan...Güzel bir şeye şahit oluyorsunuz. Onlar için de kendi için de sevinmez mi insan?
Hem kıskanıyorum diyecek kadar taktir ettiğim bir yazar için "Çok şükür bunun gibi yazmıyorum" der miyim ben:) Ama haklısınız, o manaya da çekilebilirdi yazdıkalrım. İyi ki devamını getirmişim. Yoksa sunum tehlikeye girecekti.
"Sizin ya da diğer arkadaşlarımın yazdıklarını her okuyuşumda, her öykü bitirişimde, her kitap okuyuşumda Allah'a kaç lez şükrettiğimi bilmiyorum": Bu noktada durakladım. Bizimkileri okuduktan sonra Aynur Hanım Allah'a şükrediyor çünkü... Ne olabilir? Niye şükretmesine yol açmış olabiliriz? Hani Kafka'nın Değişim'ini okumuş olsa Gregor Samsa olmadığına şükredecek ama bizimkileri okuduktan sonra şükretmesi, "Allaha şükür, bunları ben yazmadım, tanıyanların yüzüne bakamazdım" demesi anlamına mı geliyor? Sonunda strese yenik düşüp diğer cümleyi de okudum ve rahatladım.
Gördüm ki yazmak kadar okumak da başlı başına bir serüven. O iki cümle arasında kendimi Norman Bates ile bir motele kapanmış hissettim.
Şaka bir yana, okuyan için bir şey diyemeyeceğim ama yazarken gerçekten bir yerlere gidiyorsunuz. Saygılarımla.
Sizin ya da diğer arkadaşlarımın yazdıkalrını her okuyuşumda, her öykü bitirişimde, her kitap okuyuşumda Allah'a kaç lez şükrettiğimi bilmiyorum. Yazmaktan daha güzel ne olabilir şu dünyada?Konular, kurgular fikirler renk renk...Bir çok hayat...Sınırsız bir yaşam yazmak...
Yine şükrettiğim bir andayım. İyi çalışmalar. Saygılar.
Babalar gününün civarda olduğunu biliyorsunuz (Kendimden bahsediyorum). Bir de bakıyorsunuz ki iki tane baba temalı yazı günün yazısı seçilmiş; demek ki... diyorsunuz. Gün için özel yazmayabilirsiniz ama etrafta lafı çokça ediliyorsa aklınıza ilgili bir konu gelebilir (Bana olduğu gibi). Bu da doğal bence. Bu dönemde seçimlerle ilgili bir öykü yazmak gibi (Yıllar önce sandık başında, kolları olmadığı parmağına mürekkep vurulamayan bir kişinin öyküsünü yazmıştım. Bu aralar haberleri okudukça aklıma o konu geldi).
İsabetli bir tahminde bulunmuşsunuz; bu öykünün fikri sabah kalktığımda yoktu. Hatta güne düşen öyküleri okuyana değin de yoktu. Size yazdığım "gerçek kahramanıma öykü" yorumunda sonra hiç olmazsa hayali kişilere bir şeyler yazmak istedim ve bu çıktı: yatakta ve erken ölmeyen ve bundan da pek memnun olmayan bir babanın anısı.
En azından bu öyküdeki içme faslını savunabilirim. Kazanılan zaferi kutlamak üzere şarap dağıtılıyor. Şölen yok mu? Var ama geri döndüklerinde. Niye içeceklerden bahsediyorum da yiyeceklerden değil? Belki insanlar içerken sohbete aynı hızla, belki de daha canlı olarak devam edebildikleri içindir. Şimdi kahve yaptım ve yarınki sunum üzerine çalışacağım. Sandviç yapsaydım çalışmayı bir kenara itip yemek yiyor olacaktım. Belki de içilenlerin (ister kahve olsun, ister çay ya da alkollü içecekler) daha seremonik anlamları olduğu içindir. Yemeklerden ise ekmek bölüşmek dışında bunlara yakın anlamı olan yok.
Yine çok güzel sözler yazmışsınız. Yüzüm kızararak çalışmaya gidiyorum. Saygılarımla.
İlhan Bey, şunu açıklamak istiyorum, ben özel günler için yazı yazmam. Bu klişe bir şey. Klişeleri de sevmem. Dün ya da bugün babalar günü değildi. Ya da ben de sizin gibi bilmiyorum:)
Baba oğul dayanışması. Yine sırt sırta eski günlerdeki gibi..Baba , oğul ve torun... Ben de sanki elimde kılıç Persl'ilerin arasında dolaştım. Öykü yine harika, hele babalar gününün yaklaştığı bu günlerde.. Tebrikler, sevgilerimle...
Babalar Günü geliyor mu, yoksa geçti mi? Gerçekten bilmediğimden soruyorum. İki günün yazısı da kayıp babalarla ilgili olunca 'Demek ki dünmüş' diye içimden geçirmiştim. Şimdi düşününce üçüncü pazar gibi bir şeyler hatırlıyorum. Hep paramızı harcayabileceğimiz kişiler için oluyor bugünler Sevgililer, Anne, Baba. Asıl unutulanlar için (Büyükanneler, büyükbabalar, vs) bir gün yok. Varsa da ben bilmiyorum.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.