31
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1970
Okunma

---Kazım AKSOY’un Anısına----
Haberin geldiğinde ben Ayşe’yle bahçede oturuyordum. İş dönüşlerinde bin bir emekle ve annemin “Efendi, oraya ekin ekeceğim” diye söylenmesine rağmen yaptığın kivi çardağının altında. Yeni çıkan elbise modellerine bakıyor, parlak kağıtlarda endam eden kusursuz kadınlara kusur yamatıyorduk. “Şunun ağzı eğri” diyordu Ayşe, ben bir başkasının bacaklarına laf ediyordum. Zaman öyle geçiyordu işte, kusur buldukça unutuyorduk eksiklerimizi. Yüzümüzde kaçak güneş ışıkları gezindikçe laflarımız bölünürken, gözlerimden akan yaşları ışığa yordum. Bilirsin güneşe bakamam ben. Meğer veda vaktiymiş. Güneş biliyormuş, çardak biliyormuş, kiviler biliyormuş da bir ben bilmiyormuşum…
Neden ‘karakış’ dediklerini hala anlayamadığım bir beyaz mevsimde, o vakitler gözüme dev gibi görünen bisikletinin arkasında oturmuş, iki kolumla kavramıştım seni. O kadar büyüktün ki, ben metrelerce uzasam da yine eksik kalacaktı sana sarılışlarım.
Burnum üşüdü. Hapşırdım, sendeledim. “Tutun bana” dedin. “Tutun babana hiç düşmezsin.”
Hastanenin ilaç kokulu kapısından girdik. Ben o kadar ağlayan insanı ilk defa bir arada görüyordum. Korktum. Cebine soktum elimi. Bir kalın mendil, birkaç da bozuk liraya değdi parmaklarım. Hepsi sıcaktı. Korkum biraz geçti.
Hasta olmak nasıldı unuttum. Ya da ağlamış mıydım damarımdan kan çekilirken, hemşirenin elini ısırmış mıydım? Hepsini unuttum. Güzeldi kucağında kapı kapı gezmek. Bir de ne istersem alışların. Plastik tavşan, tuzlu çubuk, balon…Kimin umurundaydı ağrılar? Ama unutmadım hastanenin önündeki banka ceketini serip, beni üzerine oturtmanı. Gittin, çok sonra geldin. O kadar sonraki, doğsam, aynı yaşıma gelsem o kadar uzun gelmezdi vakit…Kediler geçti yanımdan. Yaşlı adamlar, tekerlekli sandalyeyle götürülen, yüzleri kederli hastalar, birkaç da aşılı çocuk. Sıkıldım. Banktan indim, öyle durdum olduğum yerde. Yukarı baktım. Koca koca beyaz kuşlar uçtu üzerimden. Rüzgar bir tarafa itti saçlarımı. Ayağımın etrafındaki karlar eridi. Tuzlu çubuğum döküldü sonra. Şiştiler çamurlu kar suyunda. Ağladım. Tanımadığım kadınlar geldi karıştırdı saçlarımı. “Yazık” dediler. “Bırakıp gitmişler.” Aldırış etmedim onlara, çünkü biliyordum geleceğini. Hep gider ve dönerdin sen. Sadece beklemek üzüyordu beni.
Kapıdan göründüğünde tekrar çıktım ceketinin üzerine oturdum. Sildim gözlerimi, hiç kalkmamış gibi salladım banktan sarkan küçük bacaklarımı. Çoraplarımın ponponlarına baktım o sıra. “Yalancı” dediler bana. Daha da şişti tuzlu çubuklar, ayrıştılar hatta. İnce çatlaklar çıktı gövdelerinde. Pis bir kedi yavrusu, utana sıkıla geldi ve kokladı çubukları. Sonra astı kulaklarını. “Bari ekmek arası döner alıp düşürseydin ya” dedi gözleri, burnunu kara sildi ve gitti. Sırf beni güldürmek için karlı yol kenarından yürüyüp yanıma geldiğinde, gözlerinde garip bir merhamet gördüm. Küçüğüz dediysek, o kadar da değil, altı yaşındaydım ve ben hep kederli bir ananenin koynunda uyuyakalıyordum. Yani biliyordum gece bakışlarını. Nasıl güler bir nur, nasıl titrer çaresizlik anlarında, kederli bir anayla uyuyandan daha iyi kim bilebilirdi ki?
Nurettin Amca, avazı çıktığı kadar bağırdı evin üzerindeki yoldan. “Nebahat Yenge, Nebahat Yenge.” Annem evde yoktu. Bir Ayşe, bir de ben vardık. Bir de adamdan sayılırlarsa dergideki kusurlu kadınlar. “Babam geldi” dedi Ayşe, oturacağın kenarına astığı mavi yazmasını doladı başına, rujunu sildi. Belinden kısalttığı eteğini çeke çeke ayak bileklerine indirdi. Dergiyi buruştura buruştura elişi çantasına soktu. Ben de yanımızdaki sigara paketini ve küllüğü sakladım oturduğum minderin altına.
Bu kez benim adım yankılandı güneşli dalların arasında. Sıcaktan bayılan biber fidanlarını, koca kabak yapraklarını, çardağın kenarında asılı sarımsak demetini yaladı da girdi kulaklarımıza.
“Ne var Nurettin Amca?”
“Annen nerede?”
“Komşuda yufka açıyor.”
“Çağır gelsin!”
“Kızım” dedin. “Sen azıcık burada kalacaksın. Seni sıcacık bir odada yatıracaklar, hiç üşümeyeceksin.”
“Nerede?”dedim. Arkanı dönmeden işaret parmağını uzattın hastaneye. Sustun sonra. Ben parmağının ucuna bakakaldım. Büyüğüz dediysek, o kadar da değil. Altı yaşındaydım, işaret parmağıyla gösterilen geniş alanlardaki manayı kavrayamayacak kadar küçük. Korktum. Ama söylemedim sana.
Beni hastanedeki yatağıma yatırırken ağladığını gördüm. Balonumu şişirip yatağımın başucuna bağladın. Plastik tavşanımı yan taraftaki küçük, çirkin renkli dolabın üzerine koydun. Odadaki diğer çocuklar imrenerek baktılar ona. Bir tanesi eliyle işaret etti tavşanı annesine. Ama o kadar hastaydı ki “Bana da” diyemeden düştü kolu yan tarafına. Annesi öptü parmaklarını. “Uyu oğlum” dedi. “Baban sana top alacak.” Tavşana baktım. Sanki asılmıştı yüzü. Bıraksalar zıplayıverecekti çocuğun yanına. Sonra sana baktım. Gözünden süzülen yaşlar, seyrek bıyıklarının altına girip gizlendi bir süre. Ama ardı kesilmeyince gelenlerin, bıyıklar bu ağır yükü dudaklarına bıraktı. Ceketinin yakasına sildin gözlerini. Mendilin vardı cebinde oysa, ellerin elimdeydi.
Hiç kalorifer görmemiştim ben. Yanağıma değiyordu başucumdan esen sam yeli. Bir de ellerin samyeli kadar sıcaktı baba.
“Şimdi gideyim.”dedin. “Yarın yine geleceğim.” Bağırıp dövünmedim. Baktım sadece. Ellerimi karnımın üzerinde kenetleyip, büyük adamlar kadar derin baktım. Sen kapıdan çıkana kadar…
Çok ağlardı benim annem. Hiç görmediği babasına, sakat anasına, yıkık damına, akmayan musluğuna, kırık pencerelerine, kalayı eskimiş tencerelerine…Arkadaşları gelirdi akşamüzerleri, söyleşir çay içerlerdi. Kimi vefasız kocasından dem vururdu, kimi zalim kaynanasından. Yaşlılar ekseri bereketsiz ekinlerinden, yavruya durmayan ineklerinden konuşurken, annem evirir çevirirdi elindeki çay bardağını. Dalar giderdi uzaklara. Saate bakardı sık sık. Oradayım dediğin vakitte gelmeyişlerin, binlerce “acabaya” bürünür yağardı baktığı, dokunduğu her şeye. Sütü taşırır, ocağı siler, çoraplarını ters giyer, yarı yoldan geri döner, velhasıl; bütün işleri ters giderdi. Annem seni çok özlerdi baba. Ben o zamanlar öğrendim senin ardından ağlamamayı. Dedim ya, ardından az ağlansa da dönüyordun, çok ağlansa da…
“Nasıl olur” diye haykırdı annem. “O yeminlidir çıkmaz ağaca.”
“Dilim kurusaydı” dedi Nurettin Amca. “ O kadar da ‘çıkmam’ dedi. Ben ısrar ettim, yalvardım. Hanım anasında, bugün de toplamasam elmaları, çürüyecek, para etmeyeceklerdi.”
O vakit öğrendim ki; babam gençliğinde ağaçtan düşüp öleceğini görmüş rüyasında. Yemin etmiş, bir daha ağaca çıkmamış. Ben de ne korkak diyordum onun için. Kırdığım kiraz yüklü dalları ağacın altında oturan babama atarken, o yukarı bakmazdı hiç.
Nurettin Amcanın iki yakasına yapıştı annem. Bir yaprak gibi savrulurken dağ gibi adam, sustum ben.
“Neredeydin o düşerken. Sen de atlayıp öleydin ya!”
“Keşke” dedi Nurettin Amca. “Ama ümit kesilmez Allah’tan. Kurtulacak!”
Bekledik…
Bekledik…
Çok gün bekledik.
Bir sabah bir telefon geldi. Karşı evde halı silkeleyen kadının halısı kayıp düştü elinden. Elişimin ilmeği kaçtı. Elindeki çay bardağı yerde altı parça oldu ve hiç kimsenin bağırmadığı kadar bağırdı annem.
İki kadın girdi kollarına. Biri açılan gömlek düğmelerini kapatmaya çalışıyordu bir yandan, diğeri parmaklarına doladığı saçlarını çözmeye uğraşıyordu. Ben baktım sadece. Baktım…İpte asılan Hacı Şakir kokulu fanilana, çizgili gömleğine, çardağın kenarındaki çamurlu çizmelerine, daha sabah pencereden aşağı fırlattığın Samsun izmaritine. Sustum, konuşamadım. Sonra koştum yalınayak eve, çekmecedeki cüzdanına ve duvardaki fotoğrafına baktım. Gözlerin hiç az yaşayacaklar gibi bakmıyordu. Kolların iki yanındaki arkadaşlarının omuzlarında, önünde koca bir kamyon tekeri. Dudakların bir kelimeyi ikiye bölmüş gibi aralık. Diyeceğin ağzında kalmış gibi…”Evet baba, evet” dedim. “Yalan söylüyorlar! Onu mu diyecektin fotoğrafı çekerken dudağından çıkacağı beklemeyen arkadaşına?”
Cüzdanın evdeyken hiç bir yere gitmezdin sen. Yalan söylüyor, dedim.
Annem sustu bir süre sonra. Mutfağa gittim, bulaşıkları yıkadım. Parmağımı tezgahın üzerindeki süt kazanına sokup ılınmış mı diye baktım, sonra içine bir parça tereyağı atıp mayaladım. Neşeli bir türkü söyledim. Koltuğun kenarına sıkışmış çoraplarını aldım, yıkadım. Komşular “Delirdi kız” dediler. Hiç üzerime alınmadım. Kim inanır babasının öldüğüne…Her vakit gittiği yerden dönmesini bilen, bir yolunu bulur dönerdi yine.
Üç paket sigara içtin görücüler geldiği gece. Sabah bir bir toplayıp saydım onları samanlığın arkasında. Dönerken gözyaşından bir göle battı ayağım. Sanki içinden bir el çıkıp ayak bileğimi kavrayacak “Gitme” diyecek gibi geldi bana. Korktum. Eve koştum.
Sonraları hep sustun. Annem daha çok ağladı geceleri. Evin içi izmarit koktu her sabah. Ben bir yandan allı güllü çeyizler işledim, bir yandan ağladım dargın bakan gözlerine.
“Üzülme” dedi babaannem. “Babalar istemezler kızları gitsin ele. Ağlasa silemezler yaşlarını, dövülse alamazlar, aç kalsa doyuramazlar. Zor gelir onlara kıymetlilerinin bir başkasıyla uyuması. Bir başkasının kanatlarına sığınması. Ağlama…Babalar sever kızlarını.”
Kaç kere gördüm odama gizlice girip elbiselerimi öptüğünü, kapı eşiğinde duran terliklerimi bağrına bastığını. Herkes uyuduğu vakit dertli türküler söyledin sessizce. Hepsini duydum. Sen “Ana beni bir kötüye verdiler” diye mırıldanırken ağladım, yastığım ıslandı. Yoldan geçen arabaların duvarıma yansıyan ışıklarında, dev gibi ağaç gölgeleri oynaştı her gece ve ben çok şey düşündüm onlara bakarken. Uyudum, devamını gördüm düşüncelerimin.
Hiç durmadı zaman. Düşenlere aldırmadı. Sen uzaklara gitmeye devam ettin, annem cam önünde ağlamaya, ben hem ağlayıp hem paspaslar dokumaya…Normal şeyler de yaptık. Düğünlere gittik, çiftetelli oynadık, sakız çiğnedik, kağıtlarındaki manilere güldük kızlarla. Haftada bir çamaşır yıkadık, pis sularını mahalleye doğru savurduk. Yoldan geçerken paçaları çamura bulanan ve kesik öksürükler eşliğinde küfürler savuran ihtiyarlara güldük gizlice. Televizyon izledik akşamları. Sabahları evi temizledik ve daima vaktinde hazır ettik yemekleri.
Her şey geçti. Boğazda kalan bir lokma gibi yırta yırta aktı da geçti. Ben hep bekledim adımı çağırmanı. Sofrada bardağının bekçisi oldu gözlerim. Suyu bitse de kalkıp yenilesem, gülmese ama baksa bana, görse yüzümdeki kederi ve özlemi dedim içimden. Eşyalarını kimselerin bulamayacağı yerlere gizledim. Son çare bana soracaktın. Gittin yenisini aldın, yine de benimle konuşmadın.
Gün geçtikçe eskidi yüzün. Omuzların düştü, dudakların çatladı. Alnının ortasında derin bir yarık çıktı, bir yanını bir yanından ayıran. Esirgeyen belki, belki unutturmaya çalışan. Kahve arkadaşların anneme haber yolladı kaç kere “Bu adamda bir hal var” diye. Annem her Cuma cami önünde okunmuş şeker dağıttı gelip geçene. Gömleğini komşu köydeki hocaya okutup giydirdi sana. Yine de konuşmadın.
Üç yedi, kırk…
Nereye gizlendiysen çık baba çık, dedim. Böyle olmaz…Babalar böyle gitmez. Daha başka ölmeli onlar. Şöyle duvara yaslanmış durmalılar, dimdik. Uyur gibi, dinlenir gibi, düşünür gibi… “Ah babam şu derdim var” dendiği vakit, sıyrılıp yaslandığı duvardan “Ben daha ölmedim” diyecek gibi gömülmeli babalar. Öyle derinlere değil…
Üç yedi kırk…
Geçti de gelmedin. Ağaçlara küstüm. Her sabah düştüğün ağacın dibine kaynar katran döktüm. Ağladım, delirdi dediler yine. Hiç birine aldırmadım. Sözünü dinlemeyip, uğruna evlatlığından olduğum adam tahammül edemedi bu halime. Aldım seni düşünürken dokuduğum paspasları, sensiz evime döndüm.
Her şey büyüdü baba. Kiviler, biberler, kin…Baktıkça duvardaki fotoğrafına, “Olmaz” dedim. “ Nasıl göğe doğru çıkar o elma ağacı, babam yere aşağı girerken. Nurettin nasıl elma satar pazarda her pazartesi?”
Tüfek titredi, Nurettin Amca titremedi. “Öldüm ben, öldüremezsin beni” dedi gülerek. Gülmesine kızdım. Hayret dolu bakışlarla toplandı kanlı elmanın, benim ve Nurettin Amcanın etrafında ahali. Sonradan annem de geldi. Bir de Ayşe…
Ayşe çok ağladı baba. Çok… ‘Babam’ derken bir baba daha çıktı dudaklarından. Titredim, terledim, terim gözüme kaçtı, tuzlu bir hayal geçti aklımdan. “Babalar kızlarını çok sever” dedi babaannem. “Kızlar da babalarını sever.”
Kimsenin babası düşmemeli yere…
Düşürmedim ben de…
Eğer gelinlikle kapıdan çıkarken koluma girmeseydin, vallahi gitmeyecektim baba…
...ENGİNDENİZ...