5
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
938
Okunma

-Öykü ile alakası yok bu diyeceklerimin. Az önce Nijerya’dan bir arkadaşım Face’de bağlantımı beğendi. Paylaştığım bağlantı, sabah ezanıydı. Kendisi ise Mormon, yani Hristiyan. Ecnebiler ile diyalog yapmayanlara kızasım geldi de birden. İnsanlığın öldüğü yere Rab artık merhamet etmezmiş derler. Bu yüzden insanları Rabbin bir sanatı olarak görmeyenlere karşı benimde duygularım değişiyor. Neyse öykümüzde merhamet ile alakalı. Geçelim, öylesineydi bu...-
Bazen sokaklarda gördüğümüz insanların bizim için hiçbir anlamı ve değeri olmayan hayatları adına türlü tahminlerde bulunuruz. O an aklımızda yüzlerce mesele Mıamı’de tatile çıkar ve biz yalnızca gözlerimiz ile o an görebildiğimiz insan adına tahminler yürütürüz. İlk başta çekinmiyorsak ve o da bize bakmıyorsa yüzüne bakarız. Gözlerinden başlar, saçına, makyajına, sakalına, hatta varsa çillerine dahi bakarız. Hatta herhangi bir rahatsızlık varsa yüzlerinde, onlar adına çeşitli tedaviler bile düşünürüz. Sonra gözlerimiz aşağılara doğru kayar. Üzerindeki elbisenin onu yansıtıp yansıtmadığı hakkında kendi kendimize sual eyleriz. Ayakkabısına bakarız. Kunduraysa, çizmeyse, artık incelediğimiz şahsın cinsiyetine göre de o an gözlerimize hapsettiğimiz insanın sosyal durumu hakkında bile tahminler yürütebiliriz. İnceleme ve karşımızdaki insanları süzme hadisesi bizim için esasında bir nimettir. Böylece anlamlar değer kazanır ve de insanlar yalnızlaşmaktan uzaklaşır.
O gün Cuma’dan çıktıktan sonra benim de bu incelemeleri yapacağım konusunda hiçbir hazırlığım yoktu. Çünkü ve analiz işlemi sadece yalın bir zeka kullanımı sonucu,o an ortaya çıkıyordu. Tramvaya binerken attığım adımım kadar zihnimde yorgundu. Düşünmek istiyordum ve öyle bir düşünmek ki içim rahatlasında ben de insanlara faydalı olabilecek bir duruma geleyim. Cep telefonu elimde tramvaya binerken, İstanbul’dan bir ablam Galatasaray maçının seyircisiz oynanıp oynanmayacağı hakkında soru soruyordu. Bilmiyordum. Fanatik bir taraftar da olsam ve bu uğurda başıma koltukta yemiş olsam, artık bu tür karşılaşmaların ve de maçların ilgi alanımda eskisi kadar olgusal bir birikim dahilinde devam etmediğini anladım. O ablam işine gitmek üzere bana selam söylerken, tramvayın kapısına camda durupta bir şamar ile ezilen sinek gibi yaslandığımın farkına varmıştım. Bu kadar da olmamalıydı. Normal insanlar gibi ayakta durabilirdim. Ama refleksimin farklı bir sebebi olduğunu birkaç saniye sonra anlamaya başlamıştım. Tramvaydaki tüm insanlar benim hizama bakınıp duruyorlardı. Bende bir sorun mu vardı diye merak ediyordum. Gerçektende garipsenecek bir durumdaydım, ama bu bakışların sebebi olabilmem için farklı bir ayrıcalığımın olması lazımdı. Anlamıyordum. Tekrardan bakışların benim bulunduğum hizaya çevrildiğinin farkına varınca, önümde duran yaşlı adama bakındım. Herkes ona bakıyordu. İstisnasız bizim bulunduğumuz kısımda bütün gözler kaçamak veyahut direk bu adamın üzerinde gezinip, analiz yapmakla zaman geçiriyorlardı. Oysa bu bakışların farklı bir tadı, farklı bir havası vardı. Karşımda duran 17-18 yaşlarında genç kızın midesini bulandıracak derecede bir şey olmalıydı bu adamda. Hakikaten bu adamda bir sorun mu vardı?
Elleri titriyordu. 60’ın üzerinde olduğu her halinden belliydi. Suratında sineklerin yuva kuracağı kirli sakallar mevcuttu. Dudaklarına hkimiyeti yoktu. Dudaklarından akan su ceketinin üzerine boşalıyordu. Yüzünün her bir çizgisinde ömrün ona bıraktığı cerihalar mevcuttu. Tramvayın içerisinde öyle bir duruşu vardı ki, insanlar ondan tiksinirken ben ona hayranlık duymaya başlamıştım. Kimse ona yer vermek istemiyordu. İşin diğer bir yanıda, inanılmaz derecede bu adam çocukluğum kokuyordu. Evet, çocukluğumum çimen kokuları, toprak kokuları bu adamın üzerindeydi. Boş bir arazide bırakılmış arabalar olurdu çocukluğumda. O arabaların içine girer, varsa direksiyonunu çevirmeye çalışırdım. Bursa’nın mis gibi yeşili içerisinde o eski arabalarında bir hikayesi olmalıydı diye düşünürdüm. Anneme ve babama böyle şeyleri düşündüğümü hiç söylemezdim. Belki bu benim olan, sadece de bana ait bir ritüel olduğu içindi. Açık mavi renkte bir Ford marka araba içerisinde, koltukları delinmiş, motoru satılmış ve tüm dinamiği çürümeye bırakılmış o arabanın içindeydim tekrardan. İnsanlar adamın yanından kaçmak için uğraşırken, ben cama yapıştığım gibi yolculuğuma devam ediyordum. O adamı rahatsız etmek istemiyordum. Ama ona dokunan her bakışta benim içim bir acayip oluyordu. Dedemin oyuncaklarımı akılsızca bir hareket ile sobanın içine atması gibi, o bakışlar çocukluk hayallerimi zedeliyordu. Kimse ona yer vermiyordu, kimse onun hayalini kurduğu dünya hakkında düşünmekte istemiyordu. Parkinson olduğu belliydi, belki de vücudunun bir kısmı felçliydi. Herkes kast sistemine benzer bir duyguyu o an paylaşırken ufacık tramvayın içerisinde, bir gözü kapanmış diğer gözüde zor açılan adama tekrardan baktım. Gözlerinin rengi gerçektende büyülemişti beni. Açık yeşil renkte gözleri dünya için çok temizdi. Ama o gözler ile kimbilir neler görmüştü.
Üzerime sinen kokuya alışmış iken, tramvayın ortalarında boşluk görünce, daha fazla cama yaslanıp da ikide bir her durakta rahatsız olmamak için o yaşlı adamın yanından uzaklaşmıştım. Benim yüzümde ve ellerimde herhangi bir rahatsızlık yoktu, ama ben de onun gibi kokuyordum artık. Ama müsait bir koltuk bulup oturduğumda kimse benim yanımdan kaçmamıştı. Belki başka birisi çimen ve çöp karışığı kokunun içerisinde kendi çocukluğunu bulmuştu. Benim gözlerim hâla o adamın üzerindeydi. Gelsinde otursun diyecektim, ama çevremdeki insanların tepkisindne çekiniyordum. O an yaşadığım hadise, neden bu kadar insan bu hasta adama yer vermiyor düşüncemin sebebinin açıklamasını yapacak nitelikteydi. Tramvay, Belsin durağına geldiğinde gözlerim o adamı tutunduğu tutacağın yanında bulamamıştı. Camdan dışarı baktığımda, o adamında dışarıda olduğunu görmüştüm. Aklımdan geçen konular ile yine yalnız kalmışken, gözlerim bu sefer 70’inin üzerindeki bir başka yaşlı adam üzerimde analiz yapmak ile meşguldü. İneceğimiz durak, tramvayın son durağı olduğu için, oturduğum yerden kalkacak bir durumlada karşılaşmadım. Tramvaya bindiğimden beri benimle arasında onlarca insan olan arkadaşım yanıma gelip oturdu. Son durağa az kalmıştı. Gözlerim dışarıda avuntusuz bir derdin izdüşümünü masmavi göklerden yerdeki çimenlere kırık ışık dalgaları ile uzatırken, ruhumda acayip dalgalanmaların başladığını hissettim.
Cumartesi günü İnternetten habeleri okurken, habeler arasında bir başlık dikkatimi çekmişti:
-‘Kayseri’de talihsiz bir kaza. Alınan bilgilere Kayser’inin Melikgazi İlçesinde bulunan Belsin semtinde, dün öğleden sonra saat 3 sularında, 64 yaşındaki A.H. karşıdan karşıya geçerken, karşıdan hızla gelen B.H’nin kullandığı arabanın altında kalarak feci şekilde can verdi.!
Kazanın haberi konusunda geri kalanınıda okuyunca, gözlerim yanılmak istercesine ekrana tekrar tekrar bakınıyordu. Lüks marka arabası ile Sanayi’den Merkez’e gelen B.H. adlı şahıs, o gördüğm adamın öz oğluymuş. Yıllardır babasını görmeyen B.H.’ninde, bu olay sonucu krize girdiği hakkında haber sonuçlanıyordu.
Okuduklarım karşısında bende ne yapacağımı bilemez hale gelmiştim. Daha ayrıntılı bu kazayı araştırınca, olayın vahameti üzerine yazabilecek bir şeyler bulabilmiştim. Eskiden zengin bir tüccar olan bu adam, tek oğlunu evlendirip, bütün işlerini ona devretmiş. Hanımınıda kaybettiği için, doğacak torunlarınları ile beraber aynı evde kalmak istediği için, özel olarak yaptırdığı dubleks evde, oğlu ve hanımı ile yaşamaya başlamışlar. Ancak bir zaman sonra kendisinde başlayan çeşitli rahatsızlıklar ile beraber gelini bundan rahatsız olup ve de bu yaşlı adama artık bakamayacağını söyleyip kocasını kandırmış. Parkinson rahatsızlığı başladıktan sonrada, eli ayağı artık eskisi gibi tutmayan bu yaşlı adamı bir gün gelini alıp parka götürmüş. Evlerinden çokça uzak olan bu yerden adamda artık geri dönemeyeceği için güle güle evine geri dönmüş. Akşam kocası eve geldiğindede, babasının evden kendisinin haberi olmadan çıktığını söylemiş, artık bir tek yaşamalıyız diyerek adamın aklına girmiş. Oğlanda hayırsız bir evlat olduğu için o günden beri babasını hiç arayıp sormamış. By yaşlı adamda Belsin’de eski yıkık bir evde yaşamaya başlamış, sokaktaki hayırsever insanların verdiği yemekler ile yaşamaya devam etmiş. Ta ki dün oğlu yolda kendisine çarpana kadar. Oğlununda ağlamaktan gözleri kıpkırmızı olmuş resmine bakıyordum. Düşünecek bir halimde kalmamıştı.
Başımı kırlentin üzerine koyup, düşünmeye başlamıştım bu hayatı. Ne kadarda garip insanlarız ve tuhaf bir hayatta rollerimizi paylaşıpta oyunumuzu oynayan nasıl canlılarız biz? Sorular ulvi paradoksumuzu en edebi yerinden zedelerken, üzerimde tekrardan o adamın üzerindeki kokunun olduğunu hissederek, saçımı kaşımaya başlamıştım. Oysa daha yeni duş almıştım ve bu olayın üzerinden bir hafta geçmişti. Anlayamıyordum. Çocukluk günlerime geri dönmüş gibi hissettim kendimi.
Annem bağırıyordu evimizin balkonunda. Ben şimdi olduğu kadar, çocukken de gariptim. Karların içinde kendime bir yatak yapmış, içine girip uzanıyordum. Üstümüde tamamen kapatmıştım. O baharın çimen kokularını, boş araziye terkedilmiş arabalar içinde çöp kokusu ile beraber kaırşık tekrar almak için, annem çağırıyordu beni:
-’Hadi oğlum gel! Akşam ezanı okundu. Yemek yiyeceğiz.’