30
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2089
Okunma


Komşu kadınlar bizim evde toplanmış. Erkekler ise arka bahçede.Fotoğraf/ Lacivertiğnedenlik- Teşekkürler Aysu...
Evdekilerin komutası annemde. Bahçedekilerin ise babamda.
O kadar kalabalıklar ki; annem Hacer Yengemden sandalye ve birkaç yer minderi almak zorunda kaldı. Sandalyeleri ve minderleri ben ve Ayşe taşıyoruz. Karanlıkta tavukkarası olmuş gözlerle yürürken, bir şey oluyor ve ben minderlerin üzerine düşüyorum.
Dedemin sakalı gibi kokuyor yüzükoyun abandığım minder.
Bir şey bacağımı sıyırmış. Bağırıyorum. Annem sesime yetişiyor. Ayşe kırk yemini bir ediyor ben yapmadım diye. O konuşmaktan çok yemin ettiği için kimse ona inanmıyor. Sese çıkan anası, Ayşe’nin çıplak koluna kızılcıklı bir şaplak vuruyor. İçim bacağımdan çok acıyor o an ama, hala Ayşe’ nin” İsmayil Abimle ben evleneceğim” lafını unutmamışım. Susuyorum.
Ayşe anasının dizi dibinde oturmuş, kalın kaşlarını küçük gözlerinin üzerine düşürmüş bana bakıyor. Ben İsmayil Abinin yanında oturuyorum. O yüzden havama diyecek yok.
İsmayil Abi, köyün ortak yetimi. Kimi kimsesi olmadığı için köy kadınları onu himayeleri altına almış. On yedisinde ya var, ya yok.
Ufak tefek bıyıkları görününce, kimse onu eskisi gibi evinin en orta yerinde yatırmaz oldu. Bizden biraz daha boylu kızlar, İsmayil Abiyle konuşacak ya da bakışacak olsa, analarından okkalı birer küfür ve birkaç terlik yiyor.
İsmaiyil Abi bu ani değişimin farkında. O yüzden daha çok bağ bahçe işlerine koşuşu. Daha çok hayvan güdüşü. Bahçe çitleri, duvarlar, kazma bel sapları yapışı dur duraksız.
Bu gece bizim eve Kur’an okumaya gelmiş. Şerafettin Hoca karşı köyde bir düğüne gidince iş İsmayil Abiye düştü. Allah biliyor ya sesi yüzü kadar güzel değil. Okumaya başlar başlamaz köşelerdeki uzun bacaklı örümceklerin ağlarında döndüğünü görüyorum.
Kadınlar yeşil zemin üzerine, krem rengi güllerle bezeli, küçük Medine fincanlarında kahvelerini içerken, Ayşe’yle ben boynumuzu bükmüş, aralık dudaklarımızı uzata uzata onlara bakıyoruz. O vakitler kızlar kahve içerse kocaya varamıyor. Arapların Hasibe ve Lordun Fadime o yüzden hala ersiz ocaksızmış.
Sonradan bunun kahve israfını önlemek için peyda edilmiş bir yalan olduğunu öğrendiğimizde Ayşe de ben de koca sahibi olalı iki yıl geçmiş oluyor...
İsmayil Abiden sonra sözü alan hocanım yenge, bir öne bir arkaya sallana sallana ilahiler okumaya başlayınca, yeniden köşeye bakıyorum. Örümcekler ağlarını ve uzun bacaklarını da alıp sır oluyorlar.
Annem saçımı çekiyor. “Aç ellerini amin de.” Elimi açıyorum. Sadece birini. Ayşe de açıyor. Kadınlar hocanım yenge gibi sandalyelerinde öne arkaya doğru sallandıkça, Hacer Yengemin gelinlik sandalyeleri uyumsuz bir koro halinde çatırdıyor. Ayşe’yle biz gülüyoruz.
Amin diyoruz arada.
Yine gülüyoruz. Sonra keskin bir ter kokusu, minderlerin üzerindeki sakal kokusuna karışıyor.
Hocanım yengeyi dinlerken, odanın içini dört dönen ağır kokunun midemi bulandırmaması için başımı yukarı kaldırıyorum.
Bunu okulda öğrenmiştim. Fen Bilgisi dersinde eterle bayıltıp kol ve bacaklarından tahtaya çaktığımız kurbağayı keserken midem bulanınca, Kamil öğretmenim başımı yukarı kaldırmamı söylemişti.
Yukarısı ferah. Yukarısı hep temiz. Bütün pislikler aşağıda diyordu kırmızı yanaklı, yaz kış süveterli Kamil öğretmenim.
Ampulde gezinen ince sinekleri seyrederken de “amin” diyorum. Unuttuğum da oluyor yalan yok. O vakit annem kırk bir numara ayaklarıyla sırtıma hatırı sayılır bir tekme atıyor.
Galiba sineklere değil aralık duran kapıdan, taşlıkta sigara içen İsmayil Abiye baktığımı sanıyor.
Okul dönüşü yol kenarından topladığımız izmaritleri İsmayil Abiye getiriyorduk. En çok izmariti Ayşe topluyordu. Babası kahveciydi. Ders biter bitmez babasının yanına gidiyor, güya bir işin ucundan tutuyormuş gibi, masaların üzerindeki küllükleri topluyor, çöpe dökeceği yerde bir köşeye gizlenip, izmaritlerin, bir iki nefes olsun çekilebilecek gibi olanlarını kalem kutusuna dolduruyordu.
Ben ise, filtresindeki sarı çizgili yere kadar içilmiş, hatta içindeki pamuğu bile yanmış uzun Samsun izmaritlerinden, üç; bilemedin beş tane ancak bulabiliyordum.
Sandalye gıcırtıları durmuş. Ahali içinden sekize benzeyen bir kadın burnunu eşarbıyla örterek kalkıyor ve haminnemin oturduğu eski koltuğun arkasındaki pencereyi açıyor.
Hocanım yenge okumayı kesmeden kaşlarını çatıyor. O okurken ayağa kalkılmasını, makamına yapılmış bir saygısızlık olarak algılamış olacak ki; okumasının sonuna kadar gözlerini bayan sekizden hiç ayırmıyor.
Saat hayli ilerlemiş. Normalde bu saatte börtü böceğiyle uykuya dalan köy, tekmil ahalisiyle bizim evde nefes alıyor.
Arka bahçedeki erkek sesleri ince duvarlardan oturduğumuz daracık odaya sızıyor, kadınların aksine sakin duran ve az konuşan erkekler içinde, kimin ne konuştuğu net olarak duyulabiliyor. Kadınlar arada birkaç saniye kıpırtısızca durup, bahçeye en yakın duvara dönük kulaklarını, ağır oyalı Bursa işi eşarplarından dışarı çıkartıyor, sesleri yoklayarak adamlarının hala orada olup olmadığını anlamaya çalışıyorlar.
Merhum İdris Usta’nın ruhuçün el Fatiha!
Bir an yanlış duyduğumu sanıyorum. Öyle sanmak istiyorum ve sanıyorum. Haminnemin arkasındaki pencereden bebek bakışlı bir yarasa uçuyor. Herkes öylece kalıyor.
Sesler kesiliyor bir anda. Ayşe, minderin kenarındaki söküğe bakar halde, Neriman halam gözlerini silmek için etekliğini kaldırmış, altındaki beyaz, paçaları fırfırlı dizüstü içliği görünür vaziyette, Hacer yengem tedirgin gözlerle, acaba zayi olmadan eve götürebilecek miyim kabilinden bir bakışla sandalyelerini süzerken, Hayriye Abla yanındaki fiskosun üzerindeki dantel örtünün örneğini incelerken, hocanım yenge esnerken donup kalıyor. Annem…O ağlıyor. Sürekli titreyen sağ eli dahi donmuş ama, kirpiğindeki damla küçük bir gürültüyle basma eteğindeki gülün yaprağına düşüyor.
Yerimden kalkıyorum ve pencerenin kalın laleli perdesini aralayarak arka bahçedeki adamlara bakıyorum. Orada da kıpırtı yok.
Gözlerim, bahçenin en ucundaki sırığın tepesine iliştirilmiş sarı ampulün ışığında, gül desenli takkesiyle dedemi arıyor. Göremeyince dışarı çıkıyorum. Taşlığın köşesinde İsmayil Abi. Arkası bana dönük. Yanına gidiyorum. Dedemi soracağım. İyice yaklaşınca İsmayil Abinin Saliha’yla yanak yanağa güler vaziyette donduğunu görüyorum.
Bir hafta sonra yataktan kalktığımda köy başka bir renk. Her şey değişmiş. İsmayil Abiyi sevmiyorum artık. Ayşe’yi kıskanmıyorum. Reklamlarda gördüğüm çikolata bende eski heyecanı uyandırmıyor.
Hocanım yenge beni alçak bir iskemleye oturtup karşıma geçiyor ve gözlerini kapatarak okumaya başlıyor. Ne dediğini anlamıyorum. Ben de gözlerimi kapatıyorum. Hocanım yengenin aralık dişleri arasından çıkan rüzgar yanaklarımı gıdıklıyor.
Sonra kalk diyor bana. Kalkıyorum. İsmail Abi oturduğum iskemleyi baltayla kırıp, üzerinde yal kazanı kaynayan kara ateşe atıyor. Hep birlikte ateşin harlanırken çıkarttığı ürkünç çığlığı dinliyoruz.
Onlar ateşe bakarken ben odun kutusunun kenarındaki asil duruşlu akrebe bakıyorum.
Cinler yanıyor diyor hocanım yenge. Bak nasıl da böğürüyor kör olmayasıcalar.
Akrep usulca odun kutusunun altına kaçıyor.
Hiçbir şey eskisi gibi değil artık. Çabuk küsüyorum. Az konuşuyorum. Güneşli günlerde annemle taşlıkta oturup komşu kadınların kocalarından hal ağlamalarını dinlemeyi bile sevmiyorum. Oysa yeni haberler var. Durmamıştı hayat.
Altmışlık Naci Amca gençten bir Moldovyalıyla iş pişirince, zavallı karısı oğlunun evine sığınmış. Onun zavallı gelini Esma Abla da her gün mütemadiyen ziyaretimize gelip, kayınpederi ile ilgili son havadisleri anlatırken, arada Marimar’ın kocasından çektiklerini eklemeyi de ihmal etmiyor. Annemse Eduvardo’nun sorumsuzluklarına içleniyor, boynu altında kalsın deyyusun diye beddualar savuruyor.
Sonra Marimar bitiyor. Allah devletimizden razı olsun ki aşkı ancak televizyon kutularında gören kadınlarımız fazla mağdur edilmeden Rozalinda ithal ediliyor. Ah Rozalinda diye ağladı kadınlar her kuşluk vakti. Bula bula kanlısının oğlunu buldu tazem…
Sonra başkaları geliyor. Başka ithal Kezibanlar…Köle İzağura’lar … Herkes ne kadar köle olduğunu düşünüyor izlerken. Ama çoğunun aklı ermiyor sınıf farkına falan, aşk vardı ya işin içinde. Gerisi mühim değildi. Haminnemin dili dönmüyor Köle İzağura demeye. Ah ben ne Köloğun Zahra ‘ymışım diye sızlanıyor, bir deri bir kemik kalmış butlarını dövüyor.
Her şey geçiyor. Her şey…Bulutlar ve kuşlar geçiyor üstü kırmızı, altı akreplerle dolu kiretmilerin üzerinden...
Horozlar ötüyor. Uyanıyoruz. Çekilip giriyorlar kümese uyuyoruz. Ve bir horozun itelemesiyle gelip gidiyor günler...
Leylek aynı bacaya altıncı kez döndüğünde biz büyüyoruz.
Salihayla İsmayil Abinin düğünü olurken, Ayşeyle ben samanlığın arkasında, süt parasından aşırdığımız parayla aldığımız Bahar sigarasını içiyoruz. Ayşe benden çok içerliyor bu işe. Ağzından çıkarttığı izmariti öfkeyle savuruyor öteye doğru. Zıkkım olsun diyor, sana taşıdığım izmaritler.
Sonra gidiyoruz oradan. Birileri çığlık atana kadar arkamıza bakmadan yürüyoruz. Duman ve kurumuş ot kokusu düğün yerini boğuyor. Bir de yağmur yağıyor ardından.
Güle eğlene dere yolundan yürüyoruz Ayşe’yle. Yanaklarımız ve dudaklarımız acıyana kadar gülüyoruz. Nispet yapar gibi. Sonra hain bakışlı bir serçe geçiveriyor başımın üzerinden. Ayşe bir şeyler anlatıyor o sıra. Ben onu dinliyormuş gibi yapıyorum ama serçeye bakıyorum.
Gül takkeli dedemin başucuna konuyor serçe. Yeşilimsi mezar taşına… Utanıyorum, yüzümü çeviriyorum.
Çıkın diyor odadan babam.
Çok bağırıyor, o kadar çok ki, bir türlü huzur yüzü göremeyen uzun bacaklı örümcekler ağlarında dönmeye başlıyor yine. Baba olanının sesini duyuyorum. “Anasını satayım taşınacağım buradan. Çekilir dert değil bu.”
Halam annem ve ben kapıdan çıkarken haminneme bakıyoruz. Aklı başında değil ama, bakışları pek mahzun. Gitmeyin der gibi bakıyor.
Ah Köloğun Zahram…
Kapı kapanıyor. Son bir kere baktığımda dudağından sızan kanı görüyorum. Yemek istemediği vakit dudaklarını ısırıyor, bir daha ancak babamı görürse ağzını açıyor.
Kapı kapanıyor. Ağlıyor haminnem. Görüyorum.
Erkek değil, değil mi ebanım?
Üzülme daha gençsin bir dahaki sefere erkek olur inşallah.
Bütün sancılarım akıp gidiyor gözlerimden. Bahçeden gelen tütün kokusu beni çok eskilere götürüyor. Ayşe’yle samanlığın arksında içtiğimiz sigaranın kokusu…Gülümsüyorum. Belki de gülümsemiyorum; emin değilim. Alt kattan gelen telaşlı adım seslerini duyuyorum. Sonra fesleğen diktiğim tenekeye kuvvetli bir tekme iniyor. Bir de bariz bir küfür üfürüyor akşamdan astığım çamaşırları. Sabah oluyor sonra. Bundan eminim.
Artık pembe diziler de yok…Köloğun Zahra yok. Annem yok. Ayşe kavak budarken düşüp felç olmuş. Babasına göndermişler onu. Sonra onun budadığı dalları, onun ektiği fasulyelere dikmişler. Ama sofrayı başka kadın kurmuş…
Bu da mı kız ebanım?
Maşallah gözün aydın beşinci erkek!
Çok güçsüzüm, ama elimi hızla ağzıma götürüyorum. Dişlerimde bir sızı. Dudaklarım niye kanıyor bilmiyorum. Bütün sancılarım ağzımdan içime giriyor tekrar. Bahçeden gelen tütün kokusu beni çok eskilere götürüyor. Babamın haminnemin dişlerini kırıp sobaya attıktan sonra yaktığı sigaranın kokusu…
Alt katta hiç ses yok. Üçüncü perde de pembe kapanınca kalktı sandalyeden seyirci.
Ancak kahve- ev arası bir zaman sonra, sabahı bin parçaya bölüyor bir on dörtlü.
*
Belki devam edebilir...Belki de ediyordur hala bir yerlerde. Kimse bana söylemedi. Ne bir yarasa geçti penceremin önünden bebek bebek, ne hain bakışlı bir serçe.
...ENGİNDENİZ...