4
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1017
Okunma
Belki de hayatımdaki ilk büyük yol ayrımına Ferda’yla tanıştığım gün vardım. Gerçi “tanıştığım” derken yanlış izlenim veriyorum çünkü onu aslında uzun süreden beri tanıyordum. Ortaokul sınıfındaki simalardan biriydi. Karşılaştığımızda selam bile alıp vermezdik. Hafiften haytalık yaptığını bilirdim, bana göre değildi. Okulun beşinci yılında, havanın kötü olduğu bir haftasonu Sinan sinemaya Ferda’yı da getirmişti. O gün onun pek de boş biri olmadığını düşünmeye başladım.
Başta pek zevk alamadığım bu çocuk zamanla en yakın arkadaşım oldu. Beraber satranç oynuyor, fırsat buldukça içiyor, ders çalışacağımız vakitlerde okuduğumuz kitapları tartışıyorduk. Artık şeref listesinde değildim. Önemsemedim. Yaşımızın gereği bol bol kızların lafı geçiyor, yazın gidilen yerde tanışılanlar anıları bizi yeni yıla kadar idare ediyordu. Okulda kız öğrenci yoktu, bu yüzden onlarla tanışmak bile önemli, üzerine tarih düşülen bir olaydı. Hangimizin daha yakışıklıydı, hangimizin ağzı daha iyi laf yapıyordu, hangimiz işi daha çabuk bağlamıştı ki derken artık yazları da ders çalışmak zorunda kalmıştım. Yine önemsemedim. Ferda da yazın ikmale kalıyordu; buluşup beraber çalışıyorduk, ya da en azından dış dünyaya böyle söylüyorduk. Neyse ki sınıfta kalmadan liseyi bitirebildik. Ama son sınıfta bile matematikten çakmayı becerdik. Üniversite sınavlarının ertesinde bir de bütünlemeye çalıştık. İnsanlar üniversitelere kayıt yaptırırken biz hala bir etüd salonunda Mösyö Prevoteau’nun sorularıyla cebelleşiyorduk.
Yolculuğumun sonuna daha var, bir sonraki yol ayrımından bahsedebilirim.
Ne diyordum, sonunda matematikten geçtik. Geçtiğimiz zaman aklımıza üniversite sınavlarının sonuçlarına bakmak geldi. Ferda Boğaziçi’ni kazanmıştı, ben ise açıktaydım. Ferda beni teselli etmeye çalıştı: “Boşver, ben de orada fazla durmayacağım. Beraber Polonya’ya, Roman Polanski’nin sinema okuluna gideriz.”
İkimiz de Polonya’ya gitmedik. Ferda Boğaziçi’ni bitirdi, sonra cep telefonu satan bir dükkan açtı. Liseden sonra ilişkimiz koptu. Aynı mekanları ve arkadaşları paylaşmıyorduk, zamanla vakitlerimizi de paylaşmamaya başladık. Ben askere gitmemek için açık hava üniversitesinde okuyordum. Çalışmaya da açık havada başladım. Babam liseden sonra benimle ilgisini kesmişti. “Ne halin varsa gör” deyip iş bulma konusunda da yardım etmedi. Ben de bulabildiğim ilk işe girdim: Altıyolda korsan kaset satıyordum. Ya önceden kaydettiklerimizi pazarlıyordum, ya da sipariş üzerine kaset hazırlıyordum. Üniversiteyi kazanamamak değil, ama kaset işi hayatımdaki diğer bir yol ayrımıydı. Bir çok defasında olduğu gibi, bu sefer de bunun farkında değildim.
Sanırım biraz daha vaktim var, devam edebilirim.
Şeref Ağabeyi kasetçilik günlerimde tanıdım. Ben Led Zeppelin, Anthrax albümleri için Akmar pasajı çocuklarına dil dökerken onun tablasında Ahmet Kaya, Selda Bağcan yok satıyordu. Sohbeti de güzeldi Şeref Ağabeyin. “Hiç bir şey diğerinden bağımsız değildir, diyordu, güzellik gündelik hayattan, sanat siyasetten, edebiyat ideolojiden. Sen bir aşk romanı okuduğunu sanırsın ama aslında yazar sana dünya görüşünü işlemiştir.” Ahmet Kaya’yla da tanışmam Şeref Ağabey sayesinde oldu. Önce onun kasetlerini verdi. Sonra Grup Yorum, Munzur, Kızılırmak derken kaset satmanın da önemini yitirmeye başladığını farkettim. Şeref Ağabeyin çevresinde gençler olurdu, onlarla vakit geçiriyordum. Meraklı, öğrenmeye eğilimli ama en önemlisi heyecanlı çocuklardı. Kendileri dışındakiler için de bir şeyler yapmaya heveslilerdi. Geleceği değiştirebileceğimizi düşünüyor, dahası buna inanıyorlardı. Ben de inanmaya başladım. İki yıl sonra, Bursa E tipi cezaevinden aileme şu satırları yazarken de heyecanım dinmemişti: “Benim gurur duyun; haklı davamız sonuna kadar sürecek!”
Varmak üzereyim, biraz hızlansam iyi olacak.
Haklı davamız sonuna kadar değilse de epey sürdü. Cezaevindeki esaretim bittiğimde yirmi dört yaşındaydım. Aycan’ı da o dönemlerde tanıdım. Aycan otuzlarının ortalarındaydı. Şeref Ağabey’den önce onu sokakta görmüş olsaydım başımı çevirip bakmazdım. Ama artık farklı biriydim; Aycan’ın başkalığını hissedecek kadar değişmiş biri. Teklifi o yapmıştı. Ben de havalara uçarcasına kabul etmiştim. Bana “Ne devrim nikahı? Yetmişlerde miyiz biz? Git, adam gibi nikah dairesinden gün al” demişti. Konuyu açtığımda annem bana “Bu aceleniz niye?” diye sormuştu. Ben de ona “Bu ataletiniz niye?” diye cevap vermiştim. Büyük bir söz etmişim gibi gelmişti bana.
Ailem nikaha gelmedi. Olmamalarına şaşırmadım. Mahkememe de gelmemişlerdi. Bana ağır cezanın hakimlerini anımsatan nikah memurunun karşısına çıktığımda üzerimde emanet bir takım elbise, Aycan’ın ise bayramlıkları vardı. Olsun, mutluyduk.
Bir akşam üzeri, Aycan eve panik içinde geldi ve bana sadece “Gitmemiz lazım.” dedi. Nereye olduğunu sormadım, gidip birikmiş paramı aldım. Tüm varımızı, yoğumuzu sahte pasaportla uçak biletlerine yatırdık. Gittiğimiz yerde bizi Aycan’ın memleketlileri karşıladılar. Bir süre onların yanında kaldık. Sonra Aycan başka bir şehirde iş bulunca, beraber oraya taşındık. Bana “Memleketliler iyi hoş da, sakat adamlar.” dedi. Onları, benim onları tanıdığımdan iyi tanıyordu, ses etmedim. Bana da benzinlikte bir iş buldu, tekrar eski huzurumuza kavuştuk. Zamanla Aycan daha iyi işlere girdi, ben ise çeşitli kurslara devam edip otomobil tamircisi oldum. Artık ikimiz de güzel kazanıyor, güzel harcıyorduk.
Bir sonraki yol ayrımını başka bir insanlarla tanışmam getirmedi. Ben kendi ayaklarımla ona gittim. O ayaklar beni bir uçağa götürdüler; sırtıma paraşüt takılırken bana destek oldular ve uçağın kapısında da kendimi boşluğa bırakmamı sağladılar. Şimdi ise paraşütüm açılmıyor ve yere varmak üzereyim. Sanırım başka yol ayrımı kalmadı.