Merhaba,
Ben Ayar Salhe... Aslında yalnızca Salhe. Adım size değişik gelmiş olabilir. Doğrusunu isterseniz, bu ismi kim koymuş, bende bilmiyorum ve hiç merak da etmedim. Ancak, başına eklenen “ayar” lakabının sinirli, hırçın ve anı anına uymayan anlamına geldiğini, anneannemden öğrenmiştim.
Zaman içinde, mahalle halkı tarafından, böyle çağrılmaya öyle alıştım ki beni hiç rahatsız etmedi. Ta ki bir yetişkin olana kadar. Anneciğim, beni dünyaya getirdikten hemen sonra ölmüş. Babam, bu olaydan beni sorumlu tuttuğu için pek sevememiş. Henüz üç dört yaşlarımda iken, anneanneme bırakıp, kaçak işçi olarak, Almanya’nın yolunu tutmuş.
Daha sonra, daimi oturma müsaadesi almak için bir Alman kadınla, formalite evliliği yaptığı, kulağımıza geldi. Birkaç yıl süreyle, posta zarfı içinde, bize marklar gönderdiğini hatırlıyorum. Formalite evliliği, bir gün gerçek olunca, bize olan ilgisi gibi, markların gelişi de son buldu.
Anneannemin, üzerimdeki hakkını ödeyemem. Anasız, babasız bir çocuk olduğumu hissettirmemek için o yaşlı, o nur yüzlü, pamuk saçlı kadın, çırpınır durur, elinden geleni yapmaya çabalardı. Buna rağmen, yine de benimle başa çıkmakta zorlanırdı. Zira, her Allah’ın günü, kapıya benden şikâyetçi olan birileri gelirdi.
Kimi çocuğunu dövdüğüm için, kimi oyuncağını aldığım veya kırdığım için, kimileri de bahçelerindeki çiçeklerini yolduğum için. Anlayacağınız tam bir baş belası idim. Anneannem, bu şikâyetle çok üzülür, utanır, insanların kalbini almaya çalışırdı, ama bana bir fiske dahi vurmaz, nasihatle, güzellikle, yaptıklarımın yanlış olduğunu öğretmeye, kendi görgüsü dâhilinde, bana terbiye vermeye çalışırdı.
Çünkü; talihsizliğime, yalnızlığıma çok üzülür, içi acırdı. Ne kadar doldurmaya çalışsa da içimdeki boşluğun, ulaşılamayacak kadar derin ve büyük olduğunu bilirdi. Her gece birlikte yatar, onun şefkat dolu kollarına kendimi bırakır ve mutlaka ondan, kıssadan hisseleri olan hikâyelerden, bir tane dinlerdim. O bir yandan hikâyesini anlatır, bir yandan saçlarımı okşar ve uykuya dalmamı beklerdi.
Bazen de uyuduğumu sanarak “Ah benim Ayar Salhem, kadersizim… Şu halinle, tıpkı bir melek gibisin. Ne olur hep böyle kalsan ya” diye iç geçirirdi. Onu üzdüğüm için ben de üzülür, bir daha yapmayacağıma dair, kendime sözler verir, ama hiç birini başaramazdım. Büyüyüp serpilmeye başladığımda, oldukça alımlı ve göze batan bir genç kız olmuştum.
Okumaya, hiç mi hiç hevesim olmadığı için anneannemin zoruyla ortaokulu, zar zor bitirebilmiştim. Daha fazla zorlaya da ihtiyarın ne gücü ne de maddi imkânı yetmiyordu zaten. Eskiye nazaran, davranışlarım daha tutarlı olmaya başladıysa da tepem atımı kimse karşımda duramazdı. Konu komşu, anneanneme devamlı “Bu deli kız, ancak evlenince uslanır Elmas anne... Sen onu bir an önce baş göz et, rahatla” telkinlerinde bulunurlardı.
Bir gün, anneannem de bunun en doğru karar olduğunu düşündüğünden olsa gerek, taliplerim arasından, benden on beş yaş büyük demirci ustasına “evet” dememi istedi. Yaşının benden büyük oluşu, beni dizginlemesinin, daha kolay olacağı anlamına geliyordu onun için. Ayrıca; çevresinde sevilen, sayılan bir kişilik olmasının da büyük etkisi vardı.
O yaşlarda evlenmek demek, benim için bembeyaz gelinliği giyip, çiçeklerle süslenmiş duvağı başıma geçirmek ve kat kat kabarık gelinlik ile ortalarda, bir kuğu gibi salınmak anlamına geldiğinden, beklenen “evet ” kolayca ağzımdan çıkmıştı.
Zamane kızlarının, çok dikkat ettiği hatta; hayati bir mesele olarak gördükleri (yaş farkı, mevki sahibi olup olmadığı, evi, arabası var mı?) gibi ayrıntıların benim için hiç bir önemi yoktu. Anneannem de onu hiçbir şekilde, zorlamadığı ve olmayacak bir talepte bulunmadığı için bu karardan sonra her şey, çok seri bir biçimde, olup bitti.
Demirci Osmanın karısıydım artık. Oturduğumuz ev, büyüdüğüm mahalleye iki sokak daha yukarıda, mezarlığın tam karşısında, bulunuyordu. Eşime ailesinden kalmış, asırlık ahşap ve iki katlı bir binaydı. E..Olsun, en azından kirada oturmuyorduk. Ah!.. keşke, bir de mezarlığa bakıyor olmasıydı ne iyi olurdu. Büyüklerimiz, her ne kadar kötülük insana ölülerden değil, dirilerden gelir deseler de ben bu evde yaşamaya alışana kadar, oldukça zorlanmıştım.
Evinde tek başına olduğunu bilmek, beni hep rahatsız ettiği için gün aşırı,
anneannemi yoklamaya gidiyor, ihtiyaçlarının alınmasında, evinin temizliği konusunda, ona yardımcı olmaya, devam ediyordum. Bizimle oturmasını ben çok istemiştim, ama o alışık olduğu düzeni bozmaya hiç yanaşmadı. Sanırım, evliliğimin yedi veya sekizinci ayı idi, beni emin ellere teslim etmenin huzuru içinde hayata veda etti.
Anne
annemden sonra, en büyük desteğim eşim olmuştu. Çok olgun ve görmüş geçirmiş bir insandı. Babacan tavırları ile beni kendine bağlamayı bilmişti. Fevri davranışlarıma göz yumar, çoğu
zaman beni, adeta çocuğuymuşum gibi sevip okşardı. Sert göğsüne yaslanıp, bütün gün demir dövmekten güçlenmiş, pazulu kollarının içine hapis olmak, bana büyük bir güven verirdi.
Kocaman elleri kabaydı, sertti, yer yer çatlaktı. Bazen tenimde gezinirken, canım yanardı, ama onun yumuşacık,
sevgi dolu kalbi benim için her şeye bedeldi. O
babamın, benden esirgediği
sevgiyi, ilgiyi şefkati fazlasıyla veriyordu. Çok istememize rağmen, bir türlü
çocuk sahibi olamıyorduk. Eşim ise, çoğu erkek gibi kusurlu çıkanın kendisi olacağı korkusuyla, doktora gitmeye yanaşmıyordu. Henüz genç olduğum için yılların, su gibi akıp gidiyor olmasını, ben dert etmiyordum, ama o ediyordu. Bunu adım gibi biliyordum.
Fakat, yedi yıl kadar sonra, bu durum birden değişti. Hamile olduğum kesinleşip de ona bu haberi verdiğim andaki, yüz ifadesini asla unutamam. Nasıl da mutlu olmuş ve sevinmişti. O koca adam, gözyaşlarını tutamayıp, başını göğsüme yaslayarak, nasıl da hüngür hüngür ağlamıştı. Ne yazık ki bu sevincimiz, hiç uzun sürmedi. Çok istediği halde eşim, bir evlat sahibi olduğunu, asla göremedi, ben de öyle... Sıcak bir yaz günüydü, onun atölyesinde, demir döverken yığılıp kaldığı haberi geldi. Kalp krizi dediler. İnanamadım... Çünkü; daha önce bu konuda, hiç şikâyeti olmamıştı.
Anne
annemin ardından, beni koruyan, kollayan ikinci önemli kişi de hayatımdan, böyle kayıp gitmişti. Her gün baktığım, dualar yolladığım, karşıki mezarlığa,
anneannemin hemen yakınına, Osmanı da gömdük. “Ah. Osman’ım ah! Zor olacak sensizlik...” Artık hayatta yapa yalnız kalmıştım. Tek teleslim, bir bebeğimin olacağını bilmekti. Ben artık, onun için yaşayacaktım. Bir
gece şiddetli bir baş ağrısıyla uyandım. Şakaklarım zonkluyor, gözlerimi açmakta zorlanıyordum. Birkaç gündür yaşadığım stresin, sıkıntının sonucu olmalıydı.
Bir ağrı kesici almak için mutfağa inmek istediğim esnada, ayağım yerdeki kilime takıldı ve kendimi bir anda basamakların sonunda buluverdim. Şans eseri bir yerimi kırmamıştım, ama ayağa kalkmayı başardığımda, bacaklarımdan ılık ılık süzülen, kanı fark edince, şoke oldum. “Aman yarabbi!! Yıllarca sabırlı beklediğim bebeğim de mi, yoksa beni terk ediyordu?“
Evet, korktuğum olmuş ve
bebek düşmüştü. Hem de bana ne acılar çektirerek. Yavrum, sanki kasıklarıma yapışmış ve gitmemek içih direniyor gibiydi. Belden aşağım sancılar içindeyken, O parça parça, içimden çıkıp gitti. İşte şimdi, gerçekten yapayalnız kalmıştım. Toparlanmak zor olacaktı benim için. Çünkü; hayatta tutunacak, tek bir dalım, güvenecek tek bir yakınım kalmamıştı. Oysa ne kadar çok istemiştim bu bebeğin doğmasını. Beni hayata bağlayan tek varlık, yaşam sevincim olacaktı. Ama olmadı işte.
Yıllarca yaşadığım olumsuzluklar bir yana
“dul bir kadın” olarak toplum içinde var olabilmek, ayakta kalabilmek için çok çabalamam gerekti.
” Dul” olmanın güçlüğünü, meğerse insan başına gelmeden, bilemiyormuş. Bana sanki gözleriyle tecavüz eden, ağlarına ne
zaman düşeceğimin hayalini kuran çevre esnafına yem olmamak için mücadele verirken, bir yandan da içimde daima var olan, ancak; bastırmaya çalıştığım
kadınlık duygularıma, yenik düşmemek için mücadele ediyordum.
Çok genç yaşta evlendiğim için hala genç, çekici ve alımlı bir
kadındım. Bu halimle, kocalarını ayartacağımdan korkan, konu komşu
kadınlar ile görünmeyen mücadelem hep sürüp gitti. Ama ne erkeklerine yem ne de
kadınlarına dedikodu malzemesi olmaya hiç niyetim yoktu. İşte bu yüzden,
zaman zaman, insanın aklının almayacağı davranışlarda bulunup, çok günah işledim. İnsanın düşünmeye bile korkacağı işlere soyundum. Her defasında da sonradan pişman olup, Yüce
Allah’a bana doğru yolu buldurması ve bu yaptığımın son yanlışım olması ve affetmesi için yalvarıp, dualar ettim.
Yıllardır, içimde sakladığım, kimselere söylemediğim anılarımı, artık birileriyle paylaşmak, hatta böylece, tıpkı gayrimüslimlerin yaptığı gibi bir nevi günah çıkartmak istiyorum. Eminim, satırlarımı okudukça, yeri gelecek bana hak verecek, yeri gelecek
güleceksiniz… Belki de yeri gelecek gerilip, dehşete düşecek ve bana öfke duyacaksınız. Ancak; unutmayın ki sonuçta ben de bir insanım… Benim de herkes gibi zayıf yanlarım, zaaflarım var. Belki diğer insanlara göre, biraz daha yoğun ve biraz daha abartılı hepsi bu.
Devamı için 2.bölümde