39
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
3027
Okunma


Ben, Minyeli Abdullah; Asuman, harabemin çıplak tenli kubbesi…
Onunla kreşte tanışmıştım. Oğluyla yeğenim aynı sınıftaydı. Daha ilk görüşte halindeki ağırlık dikkatimi çekmişti. Çocuğuyla konuşmasından, saçını kulağının arkasına koyuşuna kadar her hareketinde muazzam bir incelik vardı. Veli toplantılarında herkes kendi çocuğunu methetme derdindeyken, o sessizce en arka sıralarda oturur, bir veli gibi değil de, yoldan geçen biri gibi tabloyla alakasız bir şekilde dururdu. Bir yıla yakın sürekli karşılaşmamıza rağmen adını hiç sormadım. Kimse de bilmiyordu sanırım ki; adı hiç bir sohbette telaffuz edilmedi.
Kadınların bir çoğu onu kibirli buluyordu. Ben ise ona hayrandım. Kadına dair zihnimde tasavvur ettiğim ne varsa hepsi onda mevcuttu.
Bir sabah hastanenin bahçesinde gördüm onu. Aradan geçen yıllar saçlarına birkaç öpücük kondurmuştu ama, bakışlarındaki ağırlık, hala o ilk gördüğüm şeklindeydi.
Biraz çekinerek de olsa yanına oturdum. Beni tanıdı. Kısa bir hal hatır sorgusundan sonra içinde çok şey saklayan bir sessizlikle sustuk. Karşılıklı oturan kişilerin suskunluğunu hiçbir zaman sevememişimdir. Bir yerinden bu sessizliği delmeliydim.
“Neden buradasınız” diye sordum. Elindeki mendili dörde katlayabilecek kadar bir zaman cevap vermedi. Yüzünde beliren kırık tebessüm olmasaydı, beni duymadığını bile düşünecektim. Sonra başını kaldırdı ve yüzümde belirsiz bir noktaya baktı.
“Bir yakınımı ziyaret edeceğim” dedi. “Ya siz?”
“ Ben burada çalışıyorum. Dahiliye katında.”
Yeniden derin bir suskunluğun içinde kaybolmadan sohbeti devam ettirmeliydim. Aslında bunu neden yapmak istediğimi de bilmiyordum. Yıllardır muhtevası insan olan işlerin içindeydim. Sanırım insanları tanımaya çalışmak bir meslek olmaktan çıkmış, büsbütün bir hayat tarzı olmuştu benim için.
“Yanlış anlamayın, ama üzgün görünüyorsunuz. Hatta mutsuz.”
Cevap vermedi. Gözlerimi ayırmadan yüzüne baktım. Ruhunda gizlediği her neyse, yüzünün bir noktasına yansır diye umuyordum. Ama öyle olmadı. Yeniden bir heykel ifadesizliğine büründü. O vakit, sorduğum sorudan dolayı pişman oldum. Hatta vedalaşıp masadan kalkmayı bile düşünüyordum.
“ Siz neden her gördüğünüzde bana tuhaf tuhaf bakıyorsunuz” dedi. “Yıllar önce de böyleydiniz.”
Hala elindeki mendille oynuyordu. Sorusuna nasıl cevap vereceğimi bilemedim. Aynı soruyu kendime sordum: Ben neden her gördüğümde tuhaf tuhaf bakıyordum bu kadına?
“Bilmiyorum” dedim. “Sizde garip bir şey var. Tarif edemiyorum. Gözleriniz yardım istiyor gibi. Boyun büküşünüzde bile bir mana var. Sanırım yıllardır sizin için üzülüyorum.”
“ Yorgunum” dedi sadece. Sebep soran bakışlarımı fark etmiş olacak ki; bir müddet sustuktan sonra konuşmaya devam etti.
“Hep bir Minyeli Abdullah bekledim biliyor musunuz? Eşim olması şart değildi, babam ya da kardeşim de olabilirdi. Beni kurtaracak, gizleyecek, uzakları gösterecek, ama yakın olacak.”
Söylediklerine hiç şaşırmadım. Böylesine sıra dışı bir kadından klişe şeyler beklemiyordum zaten.
“ Adımın da ‘Asuman’ olmasını istemişimdir hep” dedi gülümseyerek.
“Neden Asuman” diye soracaktım, vazgeçtim. Onu sorularımla ürkütmekten korkuyordum. Bir dal kıpırtısında uçuverecek ürkek bir serçe gibi görünüyordu. Çantasından çıkarttığı tokayla yüzüne dökülen saçlarını topladı. Sonra yine yüzüme bakmadan konuşmaya devam etti.
“Asuman, yani gökyüzü...O kadar ferah ve o kadar geniş yani."
Adı her ne ise, ama görünüşü ve duruşu zaten bir asuman kadar ferah ve mucizeviydi. Bunu ona söyleyip söylememe arasında gidip geldim bir zaman. Sonra yine vazgeçtim.
"Bana giydirilmiş bir hayatı yaşadım hep. Oysa ben tenimi seviyordum. Onu hiçbir şeyle örtmeye lüzum yoktu. Gerektiğinde kendini saklayacak kadar onurlu, gerektiğinde açılacak kadar cesurdu tenim. Annemin babamın, konu komşunun ve kocamın bir araya getirdiği kumaş parçalarından uyduruk bir elbise biçildi bana. Ben de herkese küstüm.”
“Herkese mi?”
“Evet, herkese…”
“Ya çocuğunuz…Ona da mı?”
“Ne yazık ki en çok ona.”
İşte buna şaşırmıştım. Kadının yıllar öncesinden zihnimde yer etmiş anne portresi geldi gözümün önüne. Çocuğuna narin bir çiçekmiş gibi dokunuşu, arkasından dakikalarca sevgiyle bakışı…
“Şaşırdınız değil mi? Hiç anne evladına küser mi? Ama ben anne olmak istemedim hiçbir zaman. Bebekleri sevdim ama anne olmayı sevemedim. Korktum hep. Ben güçsüzdüm. Anneler güçsüz olmamalıydı. Güçsüz anneler hırçın olurdu çünkü. En güçsüz anımda anne yaptılar beni. Ben de hırçın olmamak için küstüm.”
Gözleri dolmuştu. Tam konuşmaya devam edecekti ki, bir adam aceleyle masamıza geldi. Başıyla bana selam verdikten sonra kadının kolundan tuttu. Sonra kulağına eğildi.
“Asuman, sıran geldi. Gitmeliyiz.”
Kadın elindeki mendili masaya bırakıp adamla birlikte gitti. Geri dönüp bakar umuduyla hastaneye girene kadar arkalarından baktım.
Konuştuklarımızın bende hayal kırıklığı yaratması gerekirken, tam tersi olmuştu. Artık onu eskisinden daha çok merak ediyor, içindeki harabeyle, dışındaki İrem’in tezatına anlamlı açıklamalar bulmaya çalışıyordum.
Günler sonra giriş kayıtlarına bakan arkadaşıma, Asuman’ın hangi bölüme kayıt yaptırdığını sordum. Arkadaşım “Kadın Doğum Polikliniği ve Psikiyatri bölümüne” deyince çok şaşırdım. Ama Psikiyatri bölümünde doktor olan arkadaşımın anlattıkları beni daha çok şaşırttı. Adı gerçekten Asuman’mış. Çocukken annesi tarafından gördüğü kötü muamele, onu annelikten soğutmuş. Hatta içinde en eskiye dair ne varsa silip atmış. Adını bile…Hamilelikte girdiği depresyondan hiç çıkamamış. Şimdi yine hamileymiş ve içindeki korkular yeniden şiddetini artırmış.
Öğrendiklerim beni o kadar etkilemişti ki, kendimi bir an önce açık bir alana atmak istedim. Bahçeye çıktım ve onunla konuştuğumuz masaya oturdum. İçimden kaç tane öznesi ve nesnesi Asuman olan cümle kurdum hatırlamıyorum. Sonra nereden aklımda kaldığını hatırlayamadığım bir şiir dolandı dilime: “Düşsün olur mu toprağa göçmüş cihan gibi / Sönsün o mavi gözleri bir asuman gibi”
O an Asuman’a aşık olduğumu anladım. Günler ilerledikçe onun yıllardır beklediği Minyeli Abdullah olabileceğimi düşünmeye başladım. İsterse onu gizleyip koruyabilirdim. Yakınında olup uzakları gösterebilirdim. Kime ait olduğu, kim olduğu da mühim değildi. Ona yeniden ‘Asuman’ olduğunu hatırlatabilirdim. Zorla giydiği ne kadar giysi varsa çıkartıp atmasına yardım edebilirdim. Onu teniyle kabul edebilirdim.
Günlerce yeniden hastaneye gelmesini bekledim. Hatta bu bekleyiş öyle delice bir hal aldı ki, ister istemez işimi savsaklar hale geldim. Yanlış kayıtlar, kaybolan evraklar, dalgın ve asık bir yüz meslek hayatımın sonunu getirse de, onu beklemekten vazgeçmedim. Yine her sabah işe gidiyormuş gibi erkenden kalkıp hastaneye gittim ve onu konuştuğumuz masada bekledim.
Etrafımdaki herkes bana delirmiş gözüyle bakıyordu. Ne kadar ısrar ettilerse onlara Asuman’dan söz etmedim. Asuman sadece teniyle duruyordu benliğimde. Onu kimselere gösteremezdim.
Bir sabah yine umutsuz bir şekilde hastanenin bahçesinde otururken onu gördüm. Kocasıyla birlikte el ele hastaneden çıkıyorlardı. Yine aynı naiflikte yürüyordu, yüzünde yine aynı kırık tebessüm vardı. Gözlerini her kırpışında bastığı yerlere çiğ yağıyordu sanki.
Arabaya bineceği sırada beni gördü. Kocasıyla bir şeyler konuştuktan sonra yanıma geldi. Oturuşuma çekidüzen verdim, ellerimle haftalardır yıkamadığım saçımı düzelttim. Ceketimin koluyla ayakkabılarımdaki tozları sildim.
Yanıma oturdu ve ışıklı bir gülümsemeyle yüzüme baktı.
“Sizi tanıyor muyum” dedi. İçimde koca bir kalenin yıkıldığını hissettim. Beni nasıl hatırlamazdı?
“Ben Minyeli Abdullah” dedim. Yüzündeki tebessüm canlılığını kaybetti ve yavaşça eriyip gitti. Şaşkın şaşkın yüzüme bakıyordu.
“Beni tanımadınız mı, Minyeli Abdullah ben”
“Af edersiniz. Sanırım benzettim. Eski bir tanıdığım bu hastanede çalışıyordu. Uzun zamandır yurt dışında tedavi görüyordum. Şimdi iyiyim ve ona iyi olduğumu göstermek için gelmiştim. Ama işten ayrılmış. Sizi görünce o sandım birden.”
Sıradan bir adama; hatta bir dilenciye bakar gibi süzdü beni. Sonra tekrar özür dileyip kalktı ve kocasının yanına gitti.
O, yıllarca beni bekledi. Ama ben geldiğimde o Asuman değildi. Bana inanmadı. Şimdi kimseyi Minyeli Abdullah olduğuma inandıramıyorum. Ama ben biliyorum, Asuman gelecek, beni gizleyip koruyacak, yakınımda olup uzakları gösterecek…
Asuman, harabemin çıplak tenli kubbesi…
.............................................................................................................
ŞİİR: İ.A. GÖVSA
Minyeli Abdullah: Ömer Okçu’nun (nam-ı diğer Hekimoğlu İsmail) ünlü romanı.
Kitap Tavsiyesi: Tuğrul ÇAKAR/ Siyah Beyaz Masallar
...ENGİNDENİZ...