8
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1169
Okunma
GÜL YÜZLÜ BAHAR!.. (1)
İstanbul Osmanbey’de her gün uğradığı simit sarayına gitmek için evden çıktı. Hafiften çiseleyen yağmurda ıslanmamak için şemsiyesini açtı ve tam İstanbul hanımefendisi yürüyüşü ile kaldırımları ağır ağır adımlayarak yol alıyordu gideceği yere doğru. Ana caddenin kalabalığından olsa gerek, tenha sokaklardan yürümeyi tercih etmişti bugün. Ara sokaklarda seyyar satıcıların, çocukların, ağaçlara konmuş kuşların sesleri arasında adımlıyordu Arnavut kaldırımlarını. Gökyüzünde kanat çırpan arsız martıların ciyaklamaları da rahatsızlık vermiyordu ara sokaklara. Yorgun düşmüş kaldırımların iniltilerine yoldaşlık ederek dalgın hali yansıyordu menekşe kokulu pencerelere. Sabahın temiz havasını almak için pencereden başını dışarı uzatarak etrafı da kolaçan eden Feride hanım onu görünce;
- Hayırdır sabah sabah nereye böyle kız? gülümseyerek.
- Ayyyy, canım arkadaşım Feride, günaydın. Sabahın hayrola. Büfeden simit almaya gidiyorum. Canımız çekti de.
- Afiyet olsun canım. Ben de sabah serinliği ve temiz havayı dolduruyorum ciğerlerime. Görüşürüz.
- Hafta sonu Asena kafede buluşalım. Haftanın yorgunluğunu çıkarırız.
- Tamam canım. Kendini çok yorma güzel arkadaşım. diyen Feride ile vedalaşarak uzaklaştı kıvrak adımlarla.
Düşünceli hali vardı onun. Pek belli etmede de yüz ifadeleri kendini ele veriyordu. Feride’de anlamıştı arkasından düşünceli bakarken ama morali daha da bozulabilir korkusu sormasını engellemişti. Onu üzen, kıran, canını sıkan bir şeyler olmalıydı! Halbuki her günü neşeli, tebessümleri dudaklarından eksik olmazdı. Kuşlar gibi cıvıl cıvıldı. Mevsim çiçeklerinin güzelliği eksilmezdi endamında. Bazen iki kızı ile çocuklaşır, dört odalık evde saklambaç bile oynarlardı. Kızlarını çok seviyordu, kızları da onu. O kadar sıkıntılı yıllar geçirmesine rağmen, hayatından şikayetçi olmamış, aksine kızlarına iyi bir anne olabilme, her isteklerini yerine getirebilme, okullarında diğer çocukların arasında hiç bir eksikliklerinin olmamasına özen gösterir, yemez, içmez, varı yoğu kızlarıydı. Uzun yıllar olmuştu eşinden ayrılalı. Tek başına hayat mücadelesini sürdürüyordu öğretmenlik maaşı ile. Ne çok zorluklara yiğitler gibi karşı koymuş, önüne çıkan engelleri aşmasını bilmişti. Cesur kadındı. Yürüdüğü yollar zerafetinden ve kudretinden titrerdi!.. Hiç kimse koca şehirde ona laf atamazdı. Atanları da analarından doğduğuna pişman ederdi. Ötüken’in ruhu, Tanrı dağlarının gücü vardı onda!
Korkusuzluğunun yanısıra bir de o kadar alımlı, sarışın, beyaz tenli, hilal kaşlı, uzun boylu, atletik yapılı, konuşmaları ise; İstanbul Beyoğlu hanımefendiliğinin özellikleri üzerinde toplanmış şekerpare bir hanımdı. İstanbul’un en tanınmış zenginleri talip olmuştu onunla izdivaca eşinen ayrıldığı zaman. Zenginliğin sınırsız konforu yaşamına sunulmuştu onu isteyenler tarafından. O sadece gülüp geçerdi evlilik tekliflerine. Parayla saadet olmayacağını usulünce söylerdi. İstanbul’un sayılı zenginler arasındaydı bir zamanlar. Evlerine bavullar dolusu paralar taşınır, sabahlara kadar en lüks eğlence merkezlerinde su gibi harcanırdı paralar. Bir gecede pul olurdu onlarca emekçinin maaşlarına denk kazançları! Hafta sonları kah Almanya, kah Fransa ve sık sık gittikleri Yunanistan olurdu uğrak yerleri. Banker kocası ona her şey feda edilirdi. Aralarındaki yaş farkından mı, delice aşık olmasından mı pek bilinmezdi ama adamın ona aşırı tutkunluğu her şeyini feda etmesinden anlaşılıyordu. Çok zenginlikler yaşamasına, yaşattırılmasına rağmen nedense o mutlu değildi hayatından. İçinde hep karartılar dolaşır, bazen huzursuzlukların altında enkaz yığınına benzetirdi kendini. Sessiz, tenha yerlere gider, için için ağlardı. Bir türlü cevap bulamamıştı bu huzursuzluğuna... Kuş sütünün bile eksik edilmediği sofraların kadını görkemli, şatafatlı hayatın yapayalnız kadınıydı!.. Servetin içinde mutsuz kadındı o.
Ay’da bir Eyüp Sultan Hazretlerine gider, namaz kılar, dualar ederdi Yaradan’ına. Başındaki uğursuzlukların bir an önce gitmesini, iç dünyasına baharlar gelmesini hep arzulardı... Muhteşem zenginliğin verdiği iç huzursuzluğun sebeplerini bir türlü bulamıyordu. Sonradan şöhret olmuşların bile kapısında kul köle olduğu ortamlarda daha çok yaşam dolu olması gerekirken o, maneviyatı olan bir aşka susamışlığı arıyordu. Issız ortamlar ona çok daha iyi geliyordu. Kendini dinleme ve dinlendirme fırsatı doğuyordu evden kaçamak yaptığı yerler. Kimseye de söylemezdi gittiği yerleri. Onun için sırdı özel mekanları. Doğayla, kuş sesleri arasında huzuru arıyordu.
Bu huzursuzlukları onu eşinden ayrılmaya kadar götürmüştü. Eve gittiğinde kendini feza boşluğunda sanıyordu. Eşinin para gücü ile bazı Yeşilçam güzelleri ile yurtdışı kaçamakları canına tak etmiş, ayrılmasının sınırlarını çizmişti.
Bir gün Eminönü’nün tenha kuytusunda soluklanırken üç masalık kahvede derinlere dalmıştı. İçindeki fırtınalar kudurdukça aklını yitirecek gibi oluyordu. Ellerini başına dayadı, gözlerini çay bardağının derinliklerine dikti! Gözlerinin önünden neler gelip geçmedi ki?! Nerede oturduğunu unutmuştu sanki... Gözleri nemlendi, masum gözlerden üç damla yaş düştü masaya. On dört yaşlarındaki kahvenin beyaz önlüklü, kısa boylu garsonu masasına yaklaştı. Onun pejmürde halini görünce dayanamadı;
-- Ablacığım neyiniz var? Neden üzüntülüsünüz? Baktım da çok dertli görünüyorsunuz!.. dedi usulca.
Garsonun sözlerini bile duymamıştı. O başka dünyalardaydı. Garson çocuk sağ eli ile omuzuna hafifçe dokunur dokunmaz şok geçirmiş gibi irkildi ve başını kaldırıp sert bakışlarla arkaya döndüğünde karşısında genç garsonu gördü. Şaşkın şaşkın ;
-- Hayırdır evladım, ne oldu?
-- Ablacığım sizi çok üzgün gördüm. Başınızda bir dert mi var? Ne oldu sizi bu kadar üzecek?
Garsonu nemli gözlerle süzdü. Garson çocuğun masmavi gözlerine dikti gözlerini.
-- Oğlum ne kadar güzel gözlerin var, maşallah!
-- Ya abla, bırak benim gözlerimi de, siz neden üzgünsün? Yüreğim parçalandı şu halini görünce... Bana söylemeyecek misin neyin olduğunu? Dolaptan sana bir soğuk su getireyim. dedi ve koşarak kafeye girdi.
Dolaptan getirdiği şişenin kapağını açtı, suyu bardağına doldurdu genç garson. Ellerini önünde bağlamış beklerken garson.
-- Gel oğlum yanıma otur zamanın varsa. Sonra patronundan azar işitmeyesin haa?
-- Yok ablacığım, burası bizim. Babama yardıma geliyorum okul saatleri dışında ve hafta sonları.
Babacığım bizim için çok yoruluyor, ben de ona kıyamıyorum. Yardıma geliyorum işte.
- Aaaa ne güzel. Maşallah akıllı gencim benim. Afferim. Her gencimiz senin gibi olsun memleketimizde yavrum. Bu vatan senin gibi evlatların omuzlarında yükselecek! Allah sana büyük makamlar nasip etsin.
- Sağ olasın ablacığım bu güzel düşüncelerin bana güç verdi. Bu ülkeye inşallah hayırlı bir evlat olmamı Allah nasip eder...
- Canım benim ya! Senin adın ne bakim?
-- Kürşat, dedi tebessüm ederek.
-- Oooo çok sevdiğim isimlerden. Koca Çin sarayını 40 kişi ile basan Kürşad’ımız gibi ol e mi yavrum!
--İnşallah ablam, babam zaten ülkücü... Ben de ondan çok şeyler öğreniyorum. Kuran okumayı, namaz kılmayı, namaz surelerini babacığım öğretti bana. Eminönü ocağında başkanlıkta yapmış gençken...
-- Ne güzel. Çok şanslısın oğlum. Ben nice babalar gördüm, sabahlara kadar kumar peşinde, meyhane köşelerinde sızarlar. Evlatlarını dünyaya getirirler ama hiç ilgilenmezler. Allah babandan razı olsun.
-- Amin ablacığım. Ablacığım sizin adınız neydi?
-- Adım Bahar oğlum... Ama içim kış, zemheridir Kürşat’ım!
Devam edecek...
Zafer Direniş
...
02 Mart 2011 Çarşamba 22.00 Lahey