4
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1306
Okunma

New York’ta Beş Minare filmi, Bitlisli bir polisin entrikalı intikam öyküsü içinde, İslamcı terör, töre cinayeti, kan davası gibi bildiğimiz dertli konuları aktarıyor seyirciye.
Filmden çok şey bekleyerek gittim sinemaya. Film bitince iki gözüm iki çeşme ağlayarak çıktım sinemadan. Final sahneleri gerçekten de sürpriz bir travmaydı. Fakat ana- oğul muhabbetinin içler acısı sonunun etkisi geçince sordum kendime ; filmde bundan başka bir şey var mıydı?
Filmden beklediğim ancak bulamadığım şey neydi?
Yönetmenin daha önceki filmlerinin propaganlarından ötürü beklentilerim çok yüksekti sanırım. Gerçi, bundan önceki, Güneşi Gördüm filmini izleme fırsatım olmadı. Ama anlatılanlar ilgimi çekmişti. Yönetmenin ülkedeki önemli bir sorunu , cesurca dile getirişi beni etkilemişti. Mahsun Kırmızıgül’den protest bir film ummuştum. Ne yazık ki hayal kırıklığına uğradım.
İslami terörün vahşeti bilinenin ötesine geçmiyordu. Türk polisi, intikamcı polisin entrikasını yutmuş olsa da cansiperane mücadelesiyle alkış toplamayı bekliyor gibiydi. İntikamcı polisin cemaat içinde ajan olduğunu öğrenince hiç şaşırmadım.
Keşke bir cemaatçi, polisin içinde ajan olsaydı diye düşünmekten kendimi alamadım. Zira, filmin iddiası, herkesin gördüğünü değil de kimsenin göremediğini göstermekti.
Gerçeğin katmanlarını hissedemedim filmde. Herkesin bildiği gerçeklerin yüzeyselliğini aşamayan bir gümbürtü yığını izledim. Silahlar patlıyor, helikopterler şehrin gökdelenleri arasında şahlanıyordu.
Yaman bir çelişki size:
Hacı Gümüş, terör örgütünün lideri diye tutuklanıyor, ancak gerçekte masum bir dindar kendisi. Bu noktada çelişik bir durum var. Madem Hacı masum, onu tutukluyken kaçıran bir örgüt neyin nesi? Amerika gibi bir ülkede tutuklu bir teröristi kaçırmak için çok paralı bir örgüt olmak gerekir sanıyorum. Paralı bir örgütte de silah vardır, silah varsa cinayet de vardır. Yanılıyor muyum? E, o zaman bizim Hacı nasıl oluyor da elini kana bulamıyor hiç?
Yönetmen New York’un keskin hatlı gökdelenlerini çekmekle uğraşırken bir Hollyvood filminin klasik motiflerinin ötesine geçememiş. Elbette, şehrin görüntüsü karşısında ağzımız açık kaldı. Bir Türk filminde New York görkeminden etkilenmemek elde değil.
Filmdeki güzellikleri es geçmiyorum tabii ki:
Mustafa Sandal’ın İngilizcesini çok sevdim. Bu rol için cuk oturmuş gerçekten de.
Haluk Bilginer, müthiş Bitlis ağzı konuşuyor. Bitlis’e giriş sahneleri muhteşemdi. Müzikler tam yerine uygun seçilmiş ve insanın kanını donduruyordu.
Yine de, Türk sinemasının biricik protest yönetmeni Yılmaz Güney’i hüzünle anmaktan kendimi alamıyorum burada. O olsaydı, böylesi zengin bir konuyu nasıl işlerdi acaba? Eminim ki, bizi gerçeğin katmanları arasında nefesiz bırakırdı. Film bitince sadece büyülenmezdik; ruhumuz doymuş, beynimiz zenginleşmiş olarak olarak ayrılırdık sinemadan.
Türk sineması düşe kalka yeniliyor kendini, her şeye rağmen…
New York’ta kaç minare var gerçekten?
...
f.a.