18
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2851
Okunma

Sevgili Dost;
Elma dersem çık, armut dersem gene çık, olur mu ha. Ne olur… çık
Biliyorum arayı bayağı açtım, ne desen haklısın. Gerçi beraber ayran da içmedik amma, gel sen gene tembelliğime say.
Artık mevsimlerin canlılar, özellikle insanlar üzerinde etkileri astrolojik bir varsayımdan ziyade tıbbı bir gerçek. Ve insanların fiziksel ve ruhsal olarak tavan ve taban yaptığı mevsimler “İlkbahar” ve “Sonbahar”. Bilhassa sonbaharlarda bünye geçici tükenişlere uğruyor. Fiziksel olarak “vucut” kendini koruma reflekslerini harekete geçirip, aşırı açlık hissi uyandırarak enerji stoklarken, bir yandan da misafir ettiği veya misafiri olduğu “ruhu” gücünü ekonomik kullanma adına tembelliğe sevk ediyor.
Kendimden biliyorum genelde hep bu aylarda aldığım kilolarla ters orantılı olarak, duygusal olarak zirvelerde dolaşmama rağmen, kısır bir süreç yaşarım. Başka zamanlarda “buyur abi buradan yak” diye sıraya giren kelimeler hepsi saklandıkları yerlerde “kabızlık sancıları ” çeker
Taaki bu sancıların yerini, yeni bir “doğum sancısı" alana kadar.
Belki de tamamı ile bana özgü “cins” bir durumdur bu, kim bilir.
Pardon bir ateş var mı? Yok mu? Sorun değil, gene sigaraya başladım da…
Gençliğimde bir arkadaşım vardı, lakabı "kıl" dı. Nasıl kıl demeyelim ki; bir gün evine gittik, buzdolabının kapısında kolaları dizmiş. Bir tane alayım dedim, dur ben vereyim sıralarını bozarsın dedi. Ne sırası ulan dedim, şöyle bir dolaba baktım, kolaları öyle bir dizmiş ki yazıları hep bir yana bakıyor. Dinlediği kasetleri dinledikten sonra tekrar başa sarar kutusuna öyle koyardı. Bunun gibi bir sürü takıntı.
Yok, yok vallahi bu kadar değil bendeki cinslik, inan.
Eskiler bilir, bir "Orhan Boran " var dı, Allah uzun ömür versin, Türkiye de stand-up’un ilk ustalarından. Şimdiki stand-up çuların Cem Yılmaz da dâhil olmak üzere hiç birisi, doğaçlama, ayaküstü yapılan mizah üstüne eline su dökemezdi. Yaptığı esprileri, şovları ile Türkiye yi sallamıştı bir zamanlar. Cem Yılmaz’ın şovlarında bazen küfürlü esprileri görünce hep aklıma "Orhan Boran" gelir. Türkçeyi şiir gibi kullanır, adeta diliyle adam haşlar, tabiri caizse "sineğin belini incitmeden havada kolonoskopi" yapardı. Radyoda ve televizyonun ilk yıllarında kendisini bir çok kez dinleme fırsatım oldu.
Bir gün mahalleden bir komşusu sabah evden çıkarken "Orhan Boran" ı durdurur ve "komşu, her sabah dikkat ediyorum evden çıkarken istavroz çıkartıyorsunuz, siz gayri müslümmüsünüz" diye büyük merakla sorar. Orhan Boran gülerek, İlahi komşum nereden çıkartıyorsunuz kuzum bunları, bendeniz biraz unutkan bir insanım, bu yüzden sabah evden çıkarken elimi anlıma götürür evden çıkarken bir şey unuttummu diye düşünürüm, sonra gözlüğümü almışmıyım diye ceketimin sol üst cebini üstten şöyle bir yoklarım, sonra cüzdanımı almışmıyım diye ceketimin sağ üst cebini üstten yoklarım, son olarak da fermuar açık kalmış mı diye birde aşağıyı yoklarım. Mesele bundan ibarettir, diye cevap vermiş büyük usta, büyük bir hazır cevaplılıkla.
Etkisinde kaldığımdan mı nedir, yazılarımda kısmen de olsa mizahı katmaya çalışırım, göle maya çalmaya çalışan "Nasrettin Hoca" misali. Bazen maya tutuyor, bazen tutmuyor, nahlet gitsin. Lakin gözlüğü, cüzdanı evde unutsam da fermuarı kapalı tutmaya azami özen gösterir, dilimi bozsam da, ağzımızı bozmamaya çalışırım.
Daha evvelde bir yazımda belirtmiştim çocukluğum İstanbul’da şirin bir mahallede geçmişti. Mahallenin bir başından sonuna herkes birbirini tanır, sever, sayar, kollardı. Şimdiki gibi marketler nerde. Urfalı İbrahim amcanın işlettiği minik şirin bir bakkal içinde yok, yok. Gaz bile satılırdı. Satsın bakalım şimdiki süpermarketler. Onun yanında bir manav. Onunda yanında hafta boyu futbol geyiği yapılan bir berber. Balıkçısı, yorgancısı, tüpçüsü, delisi ile tipik bir mahalle. Tıpkı o eski siyah-beyaz Türk filmleri gibi.
O zamanlarda oturduğumuz mahallede komşumuz bir aile vardı. Bu komşumuzun hemen, hemen benimle akran iki çocuğu vardı. Turabi ile Efraim. Kardeşlerden Turabi çok ters mizaca sahipti, huysuzdu, aksiydi hiç yüzü gülmezdi. Ama biz onu o haliyle severdik, hiç dışlamazdık. Bazen kardeşi Efraim le kapışırlar kardeşinin canını yakar, ondan sonra annesinin babasının duyacağı şekilde başlardı ağlamaya. Sesi duyan anne, baba olayın iç yüzünü tam bilmeden başlardı canı yanan Efraimi haşlamaya. Garibim bir şey diyemez içine atardı, gene de kardeşine kin tutmazdı, severdi.
Bütün mahalle bunu bilir fakat çocuktur der geçerdi.
Hep beraber bakkala gittiğimizde bakkal İbrahim amca hepimize ismimizle hitap ederken ona “naber kedi” der, onu öyle nazla tırdı. Bir iki dikkatimi çekti, sordum bakkal İbrahim amcaya; yahu niye sen Turabi ye ikide bir kedi diyorsun. Oda o şirin Urfa şivesiyle “kerata, kedi gibi hem cırmalir, hemde miyavlir” derdi.
Dedim ya biz Turabi yi öyle severdik.
Sonra taşındılar mahalleden, çok üzüldük taşınmalarına ve zamanla unuttuk birbirimizi.
Yıllar sonra bir yaz günü Eminönü-Kadıköy vapurunda karşılaştık ikisiyle. Büyük bir hasretle sarıldık, öpüştük bir çay içimlik sohbet ettik.
Baktım hareketleri ile tavırları ile aynı Turabi, aynı Efraim . Kadıköy iskelesinde ayrılırken adreslerimizi, telefonlarımızı aldık.
İskelenin önünde mahzun bir haleti ruh iyeyle arkalarından bakarken gayri ihtiyari dilimden şu kelimeler döküldü “can çıkmadan huy çıkmıyor”
Hey gidi “ Turabi” biz seni öyle severdik, öyle seviyoruz.
Hah bu arada Turabi dedim de aklıma geldi, beni sorarsan… Boş veer.
Baki selam
İsmet BABAOĞLU