12
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1562
Okunma
Merdivenlerde oturmuş, tam karşısından kendisine bakıyordu. Henüz on sekizine girmiş esmer güzeli bir kızdı. Balıketindeydi. Gece siyahı saçları, tel tel kirpikleri vardı. Gözü hayat, kaşı hat’tı. Güzel kelimesi onu ifadeye yetmezdi.
Mahmut Bey iki sokak dolaşmış, pek tatsız manzaralardan sonra bu güzelliğin karşısında çivilenmişti. Kızın giysisi avucun içine sığacak kadar azdı. Bakanın utanası da geliyordu. Kız, Mahmut bey’in ilgisini fark etmişti.
Yaşlı görünse de görüntü her şey değildi. Zaten kendisi için çok bir şey de fark etmezdi. Para paraydı ve o Mahmut beyden bir işaret bekliyordu. Ama o işaret bir türlü gelmiyordu. Kız, Mahmut beye sinyaller yolluyordu aklınca. Daha da olmayınca dili ile küçük titreşimler yaparak yalama işareti yapıyordu. Mahmut Bey terliyordu boncuk boncuk. Kızı yaşındaki bir kız ile yirmi liraya yatma imkânı önündeydi.
Yirmi lira para bile sayılmazdı. Yılların abazası daralmıştı. Kaçırılacak fırsat değildi. Böyle nadide çiçekler seyrek düşerdi bu mekânlara.
Yirmi liralara her gün kaç iğrenç nefesi soluyordu? İğrenç salyalardan ak bedenini kurtaramıyordu. İşin kötüsü de bu işi hür iradesi ile yaptığını sanıyordu.
Dedesi yaşındaki insanlarla kim bilir kaç defa yatmıştı? Taze etleri hoyratça ezilip, ısırılarak çürükler içinde bırakılıyordu. Kuduz nefsimizin çöplüğü olmuşlar diye düşünüyordu Mahmut Bey. Bu çöplükte kendinden yaşlı kadınlara da rastladı. Bu kadınlar beş liraya bile zor müşteri buluyor, ekstra muameleler yapmak zorumda kalıyorlardı. Her biri yaşayan hayaletti. Gerçek olan, otak kaderleri ve sahipsizlikleriydi.
Vesikayı basıp onları oraya mahküm eden devletti. Pezevenglerin insafındaydılar. Ben satsam suç olur, devlet satarsa kapitalizm diye düşündü. Vergi alıp; kutsal kazanç olarak aklıyordu.
Paranın, rengi, milliyeti, namusu yoktu ama kazanmanın da bir haysiyeti yok muydu? Bu gibi haram kazançlar olmasa maazallah sistem çökerdi.
Mahmut Bey olaylara bazen tersinden bakardı. Ona göre bütün bunlar ve kapitalizm bir örümcekti. Mükemmel ağlar kuran bir örümcek. Kendi kendine güldü ve “ben çocukluğumdan beri örümcek ağlarını bozmaya bayılırım. O kadar güzel ve çekici, simetrik ve estetiktir ki kıskanırım onları.
Akılsız hayvanlar güruhu nasıl böyle kusursuz bir sistem kurar anlayamam. Ağlarını, kusursuz ve en ideal yerlere kurarlar. Tuzağa kapılmamak imkânsızdır adeta. Sabırlıdır, bekler örümcek. İç içe halkaların hipnotize eden, çeken, hayaller satan, tehlikeyi kamufle eden bir sırrı vardır. Bir şahaserdir bu ağlar. Büyüsüne kapılıp da yapışan avlara yaklaşır ve zehiri ile felç eder örümcek.
Çoğunlukla sarar sarmalar yeme işini uzun vadeye yayar. Av işinin bittiğini bile anlamaz. Örümcek gibidir kapitalizm.
Okulları, kulüpleri, üyeleri, eğitmen ve elemanları, alanı- satanı, barları, genel ve özel fuhuş evleri, otel ve kampları vardır. Acıdığımız genel ev kadınları sistemin yemidir. Asıl düşürülmesi amaçlanan kale toplum dur. Bu ahlaki bir düşmedir. Mesela; bir genelevdeki kadınlar yüz civarında ise ve bir kadın en az on kişi ile yatsa, günde bin av düşmektedir bataklığa. Sizin oğlunuz, babanız, kardeşiniz ya da eşinizdir bu düşen av. Avcılar deforme olana kadar denize kirli atık bırakırlar. Sonra yenileri gelir. Avların avcısına acıdığı çirkin döngü dur bu.” Diye düşünen yaşlı adam.Çok üzgün bir vaziyette ayrılır seksi avcının ortamından.
Bazı avlar takılır bazıları deler geçerdi ağı, çoğuları gibi zehirlenmezlerdi. Buraları gezmesi düşmanını tanımak içindi.
Mahmut Bey bu duygu ve düşüncelerle hükümetin politikalarını ve aydınların cahilliğini kalbinden protesto ediyordu. Güzel yurdunda helal ile haranın bu kadar iç içe ve kol kola olmasını hazmedemiyordu.
Yaşlı ayakları yorulmuştu. Yakındaki parka geçerek, az güneş gören bir banka oturdu. Süreli dolu olan kafasında; memleketin şu an içinde bulunduğu hali vardı. Üç eksik bir fazla fark etmezdi. Tarih de istatistiksel verilerde, doğru analiz edilmedikçe bir fayda sağlayamazdı. Ülkede siyasi çalkantı ve fakirlik vardı.
Sömürü, hırsızlık, kapkaç, fuhuş, rüşvet, madde bağımlılığı, ihanet ve her çeşit adli vaka ile mutsuzluk vardı. İç ve dış tehdit ile terörün her çeşidi vardı.
Kıyamete kadar yetecek nifak tohumları vardı. İç ve dış borç, boyu aşmıştı.
Yerli işbirlikçilerle dantel dantel ihanet dokunuyordu her gün.
Türkiye de yabancıları, Türklerin faydalanamadığı yalancı cennetler karşılıyordu.
Lüks oteller, doğal ve tarihi mekânlar, ucuz alışveriş, kum, orman, deniz, güneş ve misafir perver ahali.
Güçlü belediyeler ve güvenlik de sağlanmıştı. Onlar yerli halkdan mutluydular. Anadolu’nun asıl sahipleri eskiden de, ondan eskiden de, daha daha eskilerden de çok fakirdi. Şimdi de çok fakir. Gelecekte de çok fakir olacaktı. Fakirliği bir gen gibi yapımıza işlemiştiler. Sömürgecilerin uğradığı her coğrafya fakir kalmıştı.
Milletleri savaştırıp silah satmak için, devamlı kendilerine müracaata mecbur kılmak için cetvel ile adaletsiz sınırlar çizmişti kapitalistler.
Son Haçlı Seferinin başladığını ABD’nin deli başkanı ağzı ile söylemişti.
İslam’ın ateşle imtihanı başlıyordu. Bunaltılan İslam dünyası kurtarıcısını bekliyordu.
İslam birliğini sağlayıp İDT’yi kuracak, mezhepler üstü bir lider gelmeliydi. Halifelik bu günlerde yarardı inananlara. “keşke dursaydı” diye geçirdi aklından.
Her aile çok çocuk yapmalıydı. Nüfus kalabalıklaştıkça, sanıldığı gibi fakirleşilmiyordu ve Müslümanların her açıdan hâkimiyeti hızlı çoğalmalarına bağlıydı.
İnanan Devletler Topluluğu, Hz Mehdi gelmeden evvel kurulmalı, yol kat etmeliydi. Anayasası Kuran olmakla birlikte, AB standartlarında bir yönetim ve hürriyet olmalıydı. Hatta ikinci AB standartlarını da aşmalıydı. Yalınız sömürülen Müslümanlara değil, adalete koşan her halka açık olmalıydı. Âlemlere nizam gelmeliydi.
Osmanlı cumhuriyet olsaydı daha uzun yaşardı diye düşündü yaşlı Mahmut Bey. AB’ den çıkıp, bu büyük birliği iki yıl içinde sessiz sedasız gerçekleştirmek mümkündü. Planları kusursuz ve tamdı. Cezayir, Suriye, Irak, Fas, Tunus ilk anda ve daha uzaktaki İslam devletleri ikinci aşamada birliğe katılacaktı.
Türk Cumhuriyetleri de bu aşamalarda katılacaklardı. Esir Türk ve İslam illeri ile hür iradesi ile katılacak büyün muhtariyetler güç ve para ile desteklenecekti. Efendi uşaklığı bırakacak, savaşarak değil; birleşerek ve üreyerek hâkimiyet kurulacaktı.
Oturduğu bank güneş almaya başlayınca kalktı ve yer altı hamamına gitti. Hamam alışık olduğu Türk hamamlarından biraz farlıydı. Büyük salona geçti. Burada masaj ve kese işini kadınlar yapıyordu. İki Bayan Mahmut Bey’i eline almış evire çevire keseliyordu. Güzel, özenli, tahrikkar bir masajdan sonra yabancı kızlar, bozuk Türkçe ile içeri geçelim dedi.
- Rus musunuz?
- Hayır, Gürcü. Tek yüz, ikimiz iki yüz elli.
- Aman Allahım. Niye çıplak kaldınız?
- Sen bizimle sevişmek istemezsin.
- Sizin eşiniz yok mu.?
- Çocuk da var ama para da lazım, göndereyim onlara.
- Lanet olsun Rus rejimine. Hem kendi halkını hem de kendine uyanları ayağa düşürdü. Haydi işinize gidin.
Dünya da en ucuz kadın eti ve insan canıydı. Kabul etmeseler de bu böyleydi.
Hamamdan sonra Mahmut Bey, bir gazete alıp parka doğru yürüdü. Fırından da bir ekmek aldı. Elindeki ekmeği küçük parçalara bölerek parkta kuşlara attı.
Yumruk büyüklüğündeki parçaları serçeler alıp gidemiyor ve orada birlikte yiyordu.
Parkın izbe bir köşesinde iki liseli cinselliği ulu orta yaşamaya çabalıyordu. İki gün evvel de Konya altı plajında eşlerinin yanında üstsüz ve ulu orta yatan bayanları görüp şok olmuştu.
Toplumun tüm değer yargıları dinamitlenmişti. İçteki çöküş her şeyden vahimdi. Kararını verdi. Evet, İDT’yi kuracaktı. Ankara’ya da o nedenle gelmişti. Parti kuracaktı. İnanan Düşünen Türkiye partisi.
Her pislik yuvasını gezecek, inceleyecek ve düzeltecekti. Fikri, ilmi ve maddi kurtuluş savaşı başlatacaktı. Ezanı duyunca akşam namazını eda için camiye yöneldi. Abdestini sünnete uygun almamıştı ama acelesi vardı. Namaz da sünnete uygun değildi ve herkesten evvel camiden çıkmıştı.
Tam o anda da oğlu ile karşı karşıya gelmişti. Sarılıp hasretle kucaklaştılar. Oğlu Mahmut Bey’e sıkı sıkıya sarılmışken iki adam daha gelip olaya dâhil oldu.
- Bu mu?
- Evet, babam bu.
Dedi birol. İki adam alel acele Mahmut beye deli gömleğini giydirdi. Mahmut Bey debelenip direndiyse de gücü yetmedi. Birol babasına bağırdı.
- zırt vırt kaçarsan tımarhaneden, nasıl iyileşeceksin baba !
- Siz iyimisiniz bari, evladım?
- İyiyiz, iyi. Sakın bir daha kaçma.
- Oğlum Türkiye ye hatta dünya ya ne kötülük yaptığınızı bilemezsiniz. Ben iyiyim. Bırakın da hepinizi kurtarayım.
- Hadi amca hadi.
- Oğlum, oğlum!
- Güle güle baba, güle güle.
Artık hastaneye ulaşmıştı Mahmut Bey. Bahçede üzgün üzgün dolaşırken yanına bir deli geldi.
- Nereden düştün buraya çatlak?
- Ben İnanan Düşünen Türkiye Partisinin fikir babasıyım. Saygılı konuş benimle.
- Ben de öyle başlamıştım.
- Neye öyle başlamıştın?
- Tanrılık alametlerini algılamaya.
- Hastır lan. Aynı şey mi deli.
Birol garip duygular içindeydi. Annesi de çok üzülmüştü.
Kuvvetçe, kalıpça, kim demiş, yoksulduk;
Dünyada – fakat – bir sürü ödlek kulduk…
Namus giderken ‘canımız kaldı!’ diye
Bayramlaşarak, dedik ‘şükür, kurtulduk!’
Kötü bir hadise olmadan bu badireyi de atlattıkları için yinede seviniyor ve şükrediyordu Birol ve annesi.