28
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2948
Okunma

Ocaktı, Şubattı derken Mart ayını da ufak, ufak yolcu ediyoruz. Herhalde birçoğumuz ağır, ağır montlarını, kabanlarını, kazaklarını gardolaplarına kaldırıp daha hafif ceket, hırka türü şeyler giymeye başladık. Kendimden biliyorum, çok sevdiğim bir balıksırtı desenli ceketim vardır, genellikle Mart ayının son haftasında gardolabımdan çıkartır Nisan ayına onunla girerim. Hava güneşli olduğunda fazla bunaltmaz, kapalı serin olduğunda da sıcak tutar. Nisan ayı her ne kadar Mart ayı ile beraber baharın başı olarak sayılsa da kış mevsiminin giderayak soğuk şakalarına karşı teyakkuzu elden bırakmamak gerek, neme lazım.
“Hazan”ı çok sevmeme rağmen, “Bahar” ında hakkını yememem lazım. Baharın gelmesi ile tıpkı tabiattaki bütün canlılar gibi, insanlarda kendilerinde gözle görülür, hissedilir bir canlanma, kımıldanma hissederler. Kış mevsiminin haşin, hoyrat güzelliğinin yanında, insan üzerinde bıraktığı bedensel ve ruhsal kasavetin izleri silinmeye başlar baharla birlikte. Ve hemen yaklaşmakta olan tatilin programları yapılmaya başlanır. Şayet olağanüstü bir durum yoksa kimimiz memleketine gitmenin, kimimiz yazlığına kaçmanın, kimimiz de güney ve Ege sahillerinde bir tatilin maliyetinin hesabını yapar, herkes bütçesine göre.
Tatil deyince benimde herkes gibi bir sürü anım vardır. En son 2008 yılının yaz mevsiminde iki buçuk aylık ilginç bir “devre mülk” tatilim olmuştu. Her ne kadar deniz kenarında olmayan bir tatili tatilden saymasam da tatil işte. O kadar ilginç ve önemli bir tatildi ki, bu süreçte özel, tüzel bir sürü sosyal olaydan zorunlu olarak feragat etmem gerekmişti.
Şöyle bir geriye baktığımda o iki buçuk aylık “devre mülk” teki tatil sürecinde bir şekilde içinde olmam gereken bir tane nikâh töreni, iki tane düğün (birisi öz dayımın kızının), iki tane sünnet düğünü (birisi kız kardeşimin çocuklarının yani öz yeğenlerimin), iki tane davetli olduğum organizasyon-piknik-buluşma, bir Avrupa Futbol Şampiyonası, üç adet Kandil,(Regaip, Miraç ve Berat), bir Olimpiyat, bir tane Trabzonspor un maçı ve birde cenazeyi (öz amcamın hanımı sevgili Nermin yengem. Allah rahmet eylesin) pas geçmek zorunda kalmışım. Olsun ne gam, devre mülkte tatildeyiz ya.
Yalnız bu devre mülkün bazı ilginç özellikleri vardı, şöyle ki; bir kere zaman aralıkları belli değil, ne zaman devir alacağın ne zaman devir edeceğin belli değil. Öyle bir devre mülk ki ikamet edenlerin yaşı önemli değil, cinsiyeti önemli değil. Ortada herhangi bir sözleşme, senet, protokol, rezervasyon yok. Kur’a ile herkese çıkabiliyor, günün birinde ansızın size bile çıkabilir. Bize bir kere çıktı ama bir daha çıkmayacağı anlamına gelmiyor. Sanki piyango-bilmece karışımı gibi bir şey değil mi?
Evet devre mülkümüzün adı “İstanbul 70.yıl Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Hastanesi” Yaklaşık 30 yıl önce, Londra asfaltı üzerinde Bakırköy’ den Ş irinevler ’e doğru giderken hemen sağda yamaçta, bedensel engellilere bir umut kapısı olarak kurulmuş. Adından da anlaşıldığı gibi fiziksel(doğuştan veya sonradan) engellilerin ruhsal ve bedensel olarak tedavi ve rehabilite edildiği bir merkez. Amaç her ne kadar tedavi etmekse de, tedavisi mümkün olmayanların bundan sonraki yaşamlarında engelleri ile beraber yaşamalarının yolunu yordamını öğretmek, teknik ve ruhsal olarak buna hazırlamak. Bizde babamızın felç geçirmesi münasebetiyle "o yaz" dönemini orada geçirmek zorunda kalmıştık.
Kısmet işte; normal ve sağlıklı her insanın ömrünün muhtelif zaman dilimlerine serpiştirilmiş yukarıda saydığım düğün-dernek-cenaze vs gibi olay halkaları, benim kum saatimin gamla yasla geçen o iki buçuk aylık hüzün bataklığında, hepsi birden tahterevalli ye binmeye kalktı şansımıza. Gizli bir “hisseli harikalar kumpanyası” sanki yalnız komedi değil dram ağırlıklı.
Dışarıda bütün bunlar olurken ben, adına “devre mülk” dediğim bu çalkantılar panayırındaki diğer komşularımızın hep beraber ama içlerinden söylediği “çile bülbülüm çile” türküsüne vokalistlik yapıyor, konser sonunda ise içimde kalan ukdelerle ya penaltı atışıyor ya da papatya falları açıyordum. Geride kalan met-cezir tufanında nihavent tebessümler, hicaz hıçkırıklara dönüşürken, Çağan Irmak’a inat “Babam ve oğlum” filmini değişik bir senaryoyla yeniden çekiyorduk canım babamla, mütevazı devre mülkümüzde. Bizimle beraber komşularımızdan kimileri “Oğlum ve babam”, “Kızım ve annem”, ,”Sevgili kocam”,”Canım arkadaşım”, “Biricik kızım”, “Abisinin kuzusu” adlı filmlerde kâh başrol, kâh yardımcı kadın veya erkek oyuncu olarak rol alıyorlardı. İşin en ilginç tarafı ortada senaryo yok, kamera yok, yönetmen yok, kameraman yok, figüran yok, dublör yok hiç kimse yok. En önemlisi prova da yok, direk doğaçlama. Sanki devre mülk değil “Hollywood” platoları. Yalnız başroller ve yardımcı karakterler var, yani “engelli hasta ve refakatçisi”
Burada, bırak yedi yaşını, yedi aylıktan yetmiş yedi yaşına kadar insanlarda felcin binbir türlüsüne şahit oldu bu gözler. Doğuştan, trafik kazaları sonucu, silahla yaralanma sonucu, yüksek bir yerden düşme sonucu, damar tıkanıklığından, beyin kanamasından, kalp krizinden, şekerden, tansiyondan, çeşitli eklem ve kas rahatsızlıklarından, ihtiyarlıktan, gençlikten, yolda yürürken (evet yanlış okumadınız yolda yürürken), işinde çalışırken bir şekilde fiziksel engelli olmuş insancıklar. İbretlik hikâyelerinin, daha “önsöz” lerinde öyle ağır romanlar saklı ki. Sanki mayın tarlalarında kimi horon tepmiş, kimisi halay çekmiş. Kimi misket oynamış, kimisi maraton koşmuş.
Nasrettin Hoca bir sonbahar günü kışa hazırlık için çatıdaki kiremitleri tamir ederken birden damdan düşüvermiş, hanımı yetişmiş komşuları koşuşmuşlar; hocam bir yerin ağrıyor mu, iyi misin, hekim çağıralım mı? Hoca, feryat figan; bırakın hekimi falan, bana çabuk damdan düşen birini bulun benim halimden anlasa, anlasa ancak o anlar demiş. Aslını sorarsanız hepsi “damdan düşmüş” , birbirlerini o kadar iyi anlıyor, rehabilite ediyorlar ki.
Adı nede olsa hastane fakat hiç o insanın içini ürküten, kasan, irkilten ilaç-serum karışımı kimyasal koku yok. Çünkü ortada hasta yok, hiç birisi hasta değil, sadece engelliler. Hasta ve refakatçilerin istirahat zamanlarında gruplar halinde, bilhassa akşamları bahçede Marmara’dan esen tatlı rüzgârların eşliğinde yapılan güncel, siyasi, sportif, bazen de yarı müstehcen hafif meşrep konulu sohbetler damakta o kadar kaymaklı şöbiyet tadı bırakıyordu ki, plastik bardaklarda içtiğimiz sallama çaylara şeker atma ihtiyacı hissetmiyorduk. İşte devre mülk deyişim bu yüzden zaten .
Bir "Cemal amca" vardı, sadece gözleriyle konuşabilen. Durumu ağır ümitsiz, taburcu edilmesine karar verildi. Soruyorum şakalaşıyorum kendisiyle “Cemal amca çıkalım mı, çıkmayalım mı, eğer çıkmayalım diyorsan gözlerini kırp, ben anlarım bizden bıktın mı bıkmadın mı” ? Hayda! Cemal amca başladı ağlamaya. Zaten kısa bir süre sonra da rahmetli oldu.
Ellerine, ayaklarına söz geçiremeyen beyinlerle, beynine söz geçiremeyen dillerin, yemek borularının, nefes borularının birbirleriyle olan ölüm kalım müsabakaları, kütükleşmiş ruhumu iki buçuk ay boyunca tesviye etti durdu. İşte bu ortamda bende felçli babama hasbelkader “KOÇ” luk yapmaya çalıştım hayata tutunma maçlarında refakatçi olarak.
Şimdi anlıyorum zamanında babamın beni niçin "Koçum benim " diye nazlattığını
O yüzden her yaz yaklaştığında o günler, oradakiler aklıma gelir, içim bir garip, bir hoş olur.
Başlık belki dikkatinizi çekmiştir, niye -2- diye, kısmet olursa bir günde -1- incisini anlatırım.
İsmet BABAOĞLU