"Fi" TARİHİ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
“Fi tarihi”… Nasıl ve ne menem bir tarihtir bilmediğim, ama bilmeyi (doğrusu bu ya) çok istediğim, bir geçmiş zaman bildirgesi…
Herkesin kendine ait bir “fi” tarihi vardır aslında. Bugün fark ettim. Ne çok yaşamışız hayatta. Gülünç geliyor şimdilerde. Upuzun bir yol ama masallardaki gibi bir arpa boyu kadar kısa.
Doğan bir bebeği “hoş geldin dünyamıza” diyerek kucaklamışsınızdır. Bebeğin kokusu bir tarafa, gözlerini açıp, yol yorgunu haliyle bakındığında, aslında herkes birer hayalden ibarettir. Kolay mı, yaşanacak koca bir ömre merhaba demek.
“Agucuk, gugu cuk” seslerimizde, gülüşü vardır ya hani. Bana her zaman, aslında ne kadar komik göründüğümüze güldüğünü düşündürür.
Elime doğan bir oğul tanıyorum. Hiç agucuk gugucukla büyütmediğim. Bunu ona saygısızlık addettiğim bir oğul.
Gözlerine baktığınızda düpedüz muhatabınız olur bebekler. “Agucuk” edene, “gugu cuk” muamelesi ederler. Kim kiminle eğlenir belirsiz. İlle de birileri maskara olur. Konuşursanız adamakıllı dinlerler sizi. Hatta gelin biraz daha test edelim bu durumu. Yüzüne gülümseyerek “sevmiyorum seni, sen yaramazsın çünkü” demeyi deneyin bir kere bir bebeğe. Kırgın ve gücenmiş, bakacaktır öylece yüzünüze.
Bizim hiç bir şey bilmediğini düşündüğümüz bebekler bizim bildiğimizden daha çok şeyi bilir ve anlarlar. Onları ağlatan da biziz, anlamayan da. Kendini anlatamamanın sıkıntısıyla ter ter tepinirler durmadan.
*
Üzgünüm bebek
Senin kadar akıllı değilim
Ne senin lisanını bilebiliyorum
Ne sana kendimi anlatabiliyorum
Büyürken öyle kendi halinde
Beni de büyütmelisin belkide
İzin ver bana lütfen
Yaşayayım seninle
Üzgünüm bebek
Seni anlayacağım bir gün
Bunun için bana zaman gerek…
*
Doğarken her şeyi bilerek dünyaya geldiğini düşünüyorum insanoğlunun. Büyüdükçe unutuyoruz an be an, yanımızda getirdiğimiz her şeyi.
Düşünsenize bir kere, otuzlu yaşlarımızdan sonra kullanmaya başlamıyor muyuz aklımızı yitirmemek için bunca b vitamini ve omega 3 takviyelerini.
Lafın tam da burasında yine aklıma muziplik geldi. Vitaminleri bırakıp hafızamızı kaybetsek ve dünyada yaptığımız hiçbir yaramazlığı hatırlamasak, ne dersiniz? Huzuru mahşerde, bizi aklını yitirenlerin cennetine koyarlar mı acaba? (:) )
Ah çocuk zamanlarımız… Ne güzel resimler çizerdik kuru kalemlerimizle ve ne güzel boyalarımız vardı. Küçük resim defterlerimizde, ne büyük bir dünya kurardık kendimize. Ağaçlar ille de yeşil olmalıydı nizami intizami, gökyüzü mavi, güneş sarı… En zorlanılan resim hangisiydi hatırlıyor musun? Ben hatırlıyorum… Ufuk çizgisini resmedeceğim deniz ve gökyüzünün aynı resimde buluştuğu zamanlar, işin içinden çıkamazdım.
Ne çok şey biliyorduk çocukluğumuzda. Mesela cennete gitti denilen halanın, aslında öldüğünü, geri gelmeyeceğini ve toprağın altına konulduğunu. Ya da anneyle babanın tartışmasının sebebinin aslında her üç ayda bir maaş zamanına yakın vakitlere denk geldiğini. Yahut ayakkabılar eskidiğinde anne babadan saklamak gerektiğini.
Yinede büyükler konuşurken küçüklere söz düşmezdi. Öyle ya küçükler ne bilirlerdi ki. Katılıyorum küçükler çok şey bilmemeliler. Mesela annemin çoraplarını koyup unuttuğu o en bulunacak yerleri, hep ben bilmemeliydim, değil mi?
Her şeyi gayette iyi bilir çocuklar. Büyüklerin bilmediği bir çok şeyi bile.
Nesirci olmanın zararı da bu işte. Üzerine bir de yaşlılık eklenince “Bir fiske ve bir kase-i fağfur hikayesi” olmaktan kurtaramıyor hiçbir mevzu kendini…
***
(“Bir fiske vur kase-i fağfur’a, bin ah işit” bir ata sözüdür. Nasılsın diye sorduğunmda bin türlü derdini anlatmaya koyulanlar için kullanıyorum. Bu sebeple kase-i fağfur’ların serencamından anlayanlardanız.)
YORUMLAR
Evet, gerçekten çocuklar sandığımızdan da çok şey biliyorlar. Ben de biliyordum, çocuklarım da biliyorlar. Ben annemin neden sofrada bizimle yemek yemediğini biliyordum aslında. "Ben sizden önce yedim" diyordu oysa, beş çocuğa yemek yetmezse veririm diye saklıyordu hep kendi payını...Tabakalr bitip, kimse bir daha istemezse yiyordu yemeğini...Hani yemiştin diye sorduğumda "Kalmasın, günahtır" derdi hep. Biliyordum...
Bazen ağlarım...Sude ve Merve gelir siler yanaklarımı. Sorduklarında "Başım ağrıyor" derim. Oysa inanmadıklarını ve hatta gerçek sebebin ne olduğunu bildiklerini biliyorum. Kaybettiğim her şeyi ya onlar bulur, ya ben onlarda bulurum...
Çok anlamlı ve çok güzel bir yazı...Bugünlük bu kadar geçmişe yolculuk yeter gayri...Sevgilerimle...
yazınız gercekten aldı götürdü beni cocukluğuma..ne güzel günlerdi ..gezmeye gitmeler mutlaka haber verilirdi .cocuklar giderdi haber vermeye.. akşamları kapının önünde saklambaşlar,yakan toplar... ya neydi o günler... akşam olduğunda her kesin annesi bagırırdı hadi eve diye...of ya.. ne ler yaptınız gördünüzmü?
yüreğinize sağlık..