Sabahattin Ali, Konya’da öğretmenlik yaparken,”Kuyucaklı Yusuf” adlı romanı da Cemâl Kutay’ın Yeni Anadolu Gazete’sinde tefrika edilmekteydi. Roman okurlarca sevilmiş, gazetenin satışı yükselmişti. Ama romancının ücreti bir türlü ödenmeyince tefrika yarım kaldı. Gazete sahibi buna pek içerledi. Bir komplo düzenledi: Altı, yedi ay önce, Sabahattin Ali’nin bir mecliste, “Memleket’ten Haber” adlı güya Atatürk’ü taşlayan bir şiir okuduğunu jurnal etti. Akrabalarından Remzi ve İlköğretim müfettişi Mehmet Emin’in de tanıklığını sağladı. Oysa şiir Almanya’da yazılmış olup, Sivasta’ki bir Bektaşi hareketiyle ilgiliydi, bazı yerleri değiştirilmişti, üstelik içinde Atatürk’ün adı da geçmiyordu: Hey anavatandan ayrılmayanlar Bulanık dereler durulmuş mudur? Dinmiş midir olukla akan kanlar? Büyük hedeflere varılmış mıdır? … Asarlar mı hâlâ hakka tapanı? Mebus yaparlar mı her şaklabanı? Köylünün elinde var mı sabanı? Sıska öküzleri dirilmiş midir? … Cümlesi belî der enel hak dese Hâlâ taparlar mı koca terese? İsmet girmedi mi hâlâ kodese? Kel Ali’nin boynu vurulmuş mudur? … Bir gün okuldan dönerken yolda annesi ve kız kardeşiyle karşılaştı. Birlikte eve kadar geldiler, ama o içeri girmedi. Kapıda onlara; Bu akşam beni yemeğe beklemeyin. Biraz geç geleceğim, savcılıktan çağırmışlar”dedi Yazık ki bir daha eve gelemedi. Hüsniye Hanımla Süheylâ boşuna beklediler. Sonra içleri kan ağlayarak, eşyalarını topladılar. Edremit’e dönmeden hapishaneyi ziyaret ettiler. Konya’dan ayrılırken Pertev Naili onları uğurladı… Mahkeme salonu, öğrenciler ve dinleyicilerle hıncahınç dolmuştu. 7.Ocak.1933 günkü duruşmada Sabahattin Ali kendisini çok iyi savundu. O kadar ki, İstanbul’dan gelen avukat ayrıca savunma yapmaya gerek görmedi. Öyleyken, Asliye Ceza Mahkeme’sindeki yargılama Sabahattin Ali’nin Cumhurbaşkan’ına “ima yoluyla hakaretten” bir yıla hüküm giymesiyle sonuçlandı. Öğrencileri gözyaşlarını tutamadılar. Sabahattin Ali 22 Aralık 1932’de başlayan hapisliğinin aşağı yukarı dört ayını Konya’da geçirdi. Cezaevinde yaşadıklarını, görüp duyduklarını bazı şiir ve hikâyelerinde işledi: “Kafa Kâğıdı”,”Katil Osman”, “Duvar”, Bir Şaka”,”Çaydanlık” buna örnektir. Bu hikâyelerde yer, yer kendinden de söz açar. Söz gelişi, 1935’te yazılan”Bir Şaka’da” Konya Cezaevi’ne girişini şöyle anlatır. “ Konya hapishanesine ilk girdiğim gün Cavit Beyle tanıştım. Beni ihtilâttan men ederek başgardiyanın yattığı odaya kapatmışlardı. Gece olunca nöbetçi gardiyan kapımı açarak beni ‘yüze gülen mahpuslar’koğuşuna götürdü. Gaz lâmbalarının asılı durduğu duvarların kenarlarındaki mindere oturarak yavaş, yavaş konuşan, mangalları karıştıran, fasulye ayıklayan, Kuran okuyan mahpusların arasından geçerken hepsi süratle yerlerinden kalkıyorlar,”geçmiş olsun Beyim!” diye mırıldanıyorlardı. Hapishanede iken küme küme öğrencileri Sabahattin Ali’yi görmeye geliyor, hal ve hatırını soruyor, üzüntülerinl dile getiriyorlardı. Sakal bırakmıştı. Kimi öğrencileri onu Namık Kemal’e benzetiyorlardı. Hapishanede bazı akşamlar saz alemleri oluyordu. Mahpuslardan kimi ud çalıyor, kimi yanık sesle türkü söylüyordu. Sabahattin Ali onları ilgi ve sevgiyle dinliyordu. Bu tatlı olaycıklara karşın, cezası Yargıtayca onayladıktan sonra, hapislik git gide ona dokunmaya ve gelecek kaygısı içini kemirmeye başlamıştı. Çıktıktan sonra ne yapacaktı, ne iş tutacaktı? Mayıs başında Konya’dan Sinop’a götürülür. Bu olayı “Bir Şaka” hikâyesinde şöyle anlatacaktır: Ertesi gün akşama doğru jandarmalar Nizamiye kapısına geldiler. Ben kitap sandığımı evvelce yollamıştım. Kolumdaki paltomla mahpusların arasından geçtim. Fakirler yavaşça yanıma sokularak beş on kuruş istiyorlardı. Hepsine biraz bir şey uzattım. Ancak tahliye edilenlerin yaptıkları bu cömertlik bana onlarınkine benzer tatlı bir zevk veriyordu. En sonra Cavit Bey’i gördüm. Tekrar elimi sıktı ve ben ona da iki lira verdim… Tahliye edilen mahkûmların birçoğu gibi… Fakat ben tahliye edilmiyordum. Ve trene bindikten sonra jandarmanın elindeki sevk kâğıdına bakınca gördüm ki, İstanbul müddei umumiliğine, Sinop hapishanesine gönderilmek üzere teslim edilecektim. Bunu okuyunca çöker gibi oldum. Bir deniz kenarında yapayalnız duran bir hapishane gözlerimde canlandı ve içinde bir tek tanıdığım olmayan o yalı şehrini düşündüm… Gurbet Hapishanesi! dedim… “Zorlukları azapları anlatmakla tükenmeyecek bir yolculuktan sonra Sinop’a geldim…” Sinop’a varınca, yörenin jandarma komutanı, çavuşu çağırır: -Bir manga al der, bu gün vapurla azılı biri getiriliyor. Adı Sabahattin Ali. Aman gözünü dört aç… Çavuş, “Peki” deyip vapura gider. İçerden gözlüklü, efendiden, ufak tefek biri çıkar. Elleri kelepçeli. Çavuş şaşırır.Yanındaki erlere buyruk verir: —Çözün ellerini. Siz gidin, cezaevine ben götüreceğim… Sabahattin Ali’yi götürüp ilgililere teslim eder. Sonra onunla dost olur. Sabahattin Ali, Sinop Cezaevi’nde Karadağ denilen üçüncü kısmın ikinci katında, denize bakan küçük bir koğuşa yerleştirilir. Aynı koğuşta kalanlardan Hüseyin Kuşüzümü, Sabahattin Ali’nin gelişini, yıllarca sonra şöyle anlatır: “…Koğuşumuzdaki on beş kişinin hepsi de Sinoplu idi. Suçları da adam öldürmek, yaralamak gibi suçlar. O zaman ranza yoktu, yataklarımızı yere seriyorduk. Aydınlatma lâmba ile oluyordu. Cezaevi müdürü Cevdet Bey’di. İstanbullu, efendi bir zat. Rivayete göre Abdülhamit zamanında sarayda çalışmış. Yanında efendiden, gözlüklü bir zatla geldi. Mustafa Ağabeyimi çağırdı: Sabahattin Bey sana emanet, sizin koğuşta kalacak dedi. Sonradan adının Sabahattin Ali olduğunu öğrendik. Hemen koğuşa ısındı, arkadaş, dost olduk. Koğuştakiler hep hemşerisi olduğumuz için yemekleri birlikte yiyorduk. Yemekleri ben yapardım. Ay sonunda yapılan masrafları adam başına taksim eder, paraları toplardım. İçimizde pek okuma yazma ile ilgilenen kimse yoktu. Onun için Sabahattin Ali geç vakte kadar lâmbanın ışığında kitap okurdu. Yanında çok kitap getirmişti. Her tarafı kitap doluydu. Almanca kitaplardı. Gündüzleri bir sandığın üstünde yazardı. Kendiliğinden bizimle siyasetten falan konuşmazdı, sorunca konuşurdu, bir defasında Ankarada’ki mebusların, büyük memurların yolsuzluklarından bahsetmişti. Mustafa ağabeyim de ona: _ Bak sana hükümet kadar para sarf etmiş, okutmuş adam etmiş, ayıp değil mi böyle fikirlere kapılmışsın, hükümetle uğraşırsın deyince o da: _ Bana solcu diyorlar ama işte yaşayışımı görüyorsun, ya sana ne demeli Mustafa efendi, koğuşta içki içersin, kumar oynarsın, on kuruş yevmiye ile fakir, fukarayı çalıştırıp oturduğun yerde dışarıya mal satıp para kazanırsın, diye cevap vermişti. Sabahattin Ali cezaevine geldiğinde bekârdı. Dışarıdan pek geleni olmazdı. Sinop’tan bir ilkokul öğretmeni ziyaret ederdi: Bolulu Fatma Hoca. Müdür Cevdet Bey’in odasında ve Müdür Bey’in yanında görüşürlerdi. Posta ile kitap, mecmua gelirdi. Gelen parası ancak yemek parasına yetişirdi. Bizim koğuşta hikâyeden, şiirden anlayan yoktu. Sinop’un yerlisi dört beş kişiydik, diğerleri köydendi. Biz içki içer kumar oynardık. O yatağa çekilir kitap okurdu. Yalnız türküyü beraber söylerdik! Sabahattin Ali Sinop Cezaevi’nde duyduğu yalnızlık acısını “Duvar” hikâyesinde ayrıntılarıyla açıklar “Uzun zamanlar deniz kenarında ve sular içindeki bir hapishanede kaldım. Kalın duvarlara vuran suların sesi taş odalarda çınlar ve uzak yolculuklara çağırırdı. Tüylerinden sular damlayarak suların arkasında yükseliveren deniz kuşları, demir parmaklıklara hayretle gözlerini kırparak bakarlar ve hemen uzaklaşırlardı. Bir mahpusu dünya ile hiç alâkası olmayan bir zindana kapatmak ona en büyük iyiliği yapmaktır. Onu en çok yere vuran şey, hürriyetinin elle tutulacak kadar yakında bulunmak, aynı zamanda ondan ne kadar uzak olduğunu bilmektir. On adım ötede en büyük hürriyetlere götüren denizi dinlemek ve sonra aradaki kalın kale duvarına gözlerini dikerek bakmaya denizi yalnız muhayelede görmeye mecbur kalmak az azap mıdır?” Dağlar ve Rüzgâr adıyla 1934 yılında yayımlanan kitabında yer alan “Hapishane Şarkısı” başlıklı beş şiirinde de aynı tutsaklık duygusunu ve özgürlük özlemini dile getirir. Bu şiirlerden birincisini Aydın Hapishane’sinden çıktıktan sonra 5 Eylül 1932’de Konya’da yazar. Geri kalanlardan üçünü Konya Hapishane’sinde, sonuncusunu ise Sinop Hapishane’sinde kaleme alır, arkadaşı Boratav ile yeğeni Ertüzün’e gönderir. 7 Şubat 1933 tarihli ve II sayılı şiirde uçarı ve mutlu günleri düşünür, bağrı yanarak sevgilisini anar: Ey gönül kuşa benzerdin Kafesler sana dar gelir Bir yerde durmaz gezerdin Hapislik sana zor gelir Ey gönül acayip huyun Boğazından geçmez tayın Acır testindeki suyun Aklına nazlı yar gelir Gözlerin uzağa bakar Kimden ne beklediğin var Yar semtinden gelen rüzgâr Seni unuttu der gelir Bakmazsa senin yüzüne Çok görme elin kızına Dışarıda serbest gezene Hapiste yatan hor gelir Ayağında gezer bitler Başının üstünden atlar Hapise düşen yiğitler Yâri dışarıda kor gelir Burada sözü edilen “yar” Sabahattin Ali’nin unutamadığı genç sevgilisi Melâhat Muhtar’dır. 26 Şubat günlü ve III sayılı şiir bir türlü geçmeyen zamandan ve gittikçe artan yalnızlıktan yakınır. Doğadan uzak kalışın acısını buruk bir duyarlılıkla yansıtır: Burda çiçekler açmıyor Kuşlar süzülüp uçmuyor Yıldızlar ışık saçmıyor Geçmiyor günler geçmiyor Avluda volta vururum Kâh düşünür otururum Türlü hayaller görürüm Geçmiyor günler geçmiyor Gönülde eski sevdalar Gözümde dereler bağlar Aynada hayalim ağlar Geçmiyor günler geçmiyor Yanında yatan yabancı Her söz zehir gibi acı Bütün dertlerin en gücü Geçmiyor günler geçmiyor Konya hapishanesinde Nisan ayında yazılan, ama altında günü belirtilmeyen IV sayılı şiirde Melâhat Muhtar’la ilgili olsa gerekir: Ey yar bu acı demlerde Sen koru benim aklımı Karardım kaldım damlarda Aydınlat benim yolumu Nefesin esen rüzgârda Saçların savrulan karda Yerde gökte bulutlarda Ararım nazlı gülümü Karanlık göklerde aysın Kurak ovalarda çaysın Bir tek inandığım şeysin Uzattım sana elimi Düşmanlar gülüp sevinsin Dostlar arkasını dönsün Benim güvendiğim sensin Kırmazsın benim gönlümü Bir gün şu damlalardan çıksam Gelip önüne diz çöksem Ağlayıp içimi döksem Anlatsam sana halimi Sinop Cezaevi’nde yazılan birinci “Hapishane Şarkısı”nın son dörtlüğünde sözü edilen sevgili de yine Melâhat Hanım’dır: Göklerde kartal gibiydim Kanatlarımdan vuruldum Mor çiçekli dal gibiydim Bahar vaktinde kırıldım Yar olmadı bana devir Her günüm bir başka zehir Hapishanelerde demir Parmaklıklara sarıldım Coşkundum pınarlar gibi Sarhoştum rüzgârlar gibi İhtiyar çınarlar gibi Bir gün içinde devrildim Ekmeğim bahtımdan katı Bahtım düşmanımdan kötü Böyle kepaze hayatı Sürüklemekten yoruldum Kimseye soramadığım Doyunca saramadığım Görmesem duramadığım Nazlı yârimden ayrıldım 23 Mayıs’ta yazdığı “Hapishane şarkısı”’nın beşincisinde Sabahattin Ali gizlice ağladığını belirtmekte, cezasının bir gün biteceğini düşünerek dayanmaya çalışmaktadır: Başın öne eğilmesin Aldırma gönül aldırma Ağladığın duyulmasın Aldırma gönül aldırma Dışarıda deli dalgalar Gelip duvarları yalar Beni bu sesler oyalar Aldırma gönül aldırma Görmesen bile denizi Yukarıya çevir gözü Deniz gibidir gökyüzü Aldırma gönül aldırma Dertlerin kalkınca şaha Bir sitem yolla allaha Görecek günler var daha Aldırma gönül aldırma Kurşun ata, ata biter Yollar gide, gide biter Mahpus yata, yata biter Aldırma gönül aldırma Sabahattin Ali, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in onuncu yıldönümünde çıkarılan af kanunu ile salıverildi. Ama çilesi hiç bitmedi. Taki, 1948 yılının Nisan ayında, bir dağ başında ölüsü bulunana dek… Geleceği çok öncesinden görmüşçesine 1931’de yazdığı “Dağlar” şiirinde bu yeri şöyle anlatmıştı: Bir gün kadrim bilinirse İsmim ağza alınırsa Yerim soran bulunursa Benim meskenim dağlardır. |