24
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1469
Okunma


Onur BİLGE
Solumdaki köy ilgimi çekti. Yazdıklarımı toparladım, sarhoş gibi kalkıp, oraya doğru yürüdüm. Etrafı dikkatle inceliyor, bir taraftan da düşünüyordum. Burada da hayat devam ediyordu, her yerde olduğu gibi. Dört başı mamur bir köy bile değildi. Kenarda kıyıda kalmışlığıyla, umursanmamışlığıyla sıradan bir yerleşim bölgesiydi işte.
Sessiz ve ıssızdı. Arada köpek sesleri geliyordu. Tavuk sesleri... Bazen de vakitsiz öten bir horoz sesi sessizliği bozuyordu. Karşılığı geliyordu. Her horoz, kendi çöplüğünde ötüyordu. Evlerin çoğu kesin sınırlarla çevrilmiş değildi. Çok azının bahçe duvarı vardı ve por taştan, alelusul sıralanmış, yer yer yıkılarak, kestirme geçiş için kullanılmıştı. Buna rağmen galiba kimsenin tavuğu başka yere geçmiyordu. Horozlar, onları belli yerlerde tutmaya yarıyor olmalıydı.
Allah, yeryüzünde öyle bir düzen kurmuş ki akıllara durgunluk!.. Sineğinden karıncasına, böceğinden çiçeğine, köstebeğinden kuşuna kadar her bir yaratığına hayatlar tayin etmiş. Her biri kendisine öğretileni yapmakta, yaratılış öncesi eğitimini almışçasına... Yürümesi öğretilen yürüyor, kaç bacakla yürümesi gerekiyorsa, öyle... Uçması gereken uçuyor, bilmem kaç çift kanatla... Sürünmesi gereken sürünüyor, fakir fukara gibi ve şükrediyor çoğu, kanaatla.
Her şeyi çift, bir zatı tek... Çift ayak, çift kanat, çift göz, çift kulak... Tek baş, tek beyin... Her çokluğa tek idareci... Onca organa, üyeye bir başkan, tek müdür... Çöplükte horoz, yaratıkta beyin... Köylere, mahallelere muhtar, illere vali... Onlara bağlı, yönetilenlerin hali...
Hayvanlar âlemi... Her biri bir âlem... Bir taraftan bir tarafa yollar çizmiş karıncalar. Trafiği kesmiş, sokak yapmış ara sokağa. Ne cesaret, sakin, sessiz, hızlı hızlı gidip gelmekteler... Ne kadar da çok geçim endişesi içindeler! Karınları bellerine yapışmış, çöpten çelebiler... Hangi karınlarını doyuramamaktan korkmakta ve kendilerini böylesine hummalı bir çalışma içine girmek mecburiyetinde hissetmekteler? Bulduklarını yuvalarına taşımaktalar. Onca zamandır, o kadar uğraşarak yığdıkları ıslandığında, ya kapının önüne çıkarmak zorunda kalacaklar ya da küflenip çürüyecek. Buna rağmen bu malcanlısı canlılar, hayatlarını tehlikeye atmaktan çekinmemekte, hırs ve tamahları yüzünden bir ayak altında can verme olasılığını bile göze alarak ortalıkta vızır vızır dolaşmaktalar.
Kuşların elleri kolları yok. Hiçbir şey yapacak durumda değiller. Onları elsiz kolsuz yaratan, geçimlerini hazırlamış. Tembel tembel oturuyor, avare avare uçuyor, geziyor, dolaşıyor, yere iniyor, rızıklarını bulup, karınlarını doyuruyorlar.
Karınca kendisine, arı farkında olmasa da daha çok insanlara çalışıyor. Ağaç da insanlara çalışıyor. Hem de tamamıyla... Toprak da taş da kaynak da göl de... Dağ, yol, arık... Cami, ev, duvar... Güneş, ay, yıldız... Her şey insan için, her şey...
Acaba güneş biliyor mu ne işlere yaradığını? Hayat dağıttığını, yaratılanlara? Toprağa kadar can verdiğini, her şeye? Bilmiyorsa bu kendini beğenmişliği neden?
_ “Küçük dağları ben yarattım!..” dercesine salınıyor, göklerde. “Kimseye eyvallahım yok!.. Herkes ayağımın altında ve hükümranlık bende! İstediğim gibi hüküm sürerim buralarda! İstediğim zaman gelir, istediğim zaman çeker giderim! Herkes bana tabi, ben hiç kimseye... Herkes bana muhtaç, ben hiç kimseye...” dercesine gelip gidiyor.
Zamanı belirliyor ve programını, dakika aksatmadan uyguluyor. Herkes ona uyuyor. Yine almış başını gitmiş, burnunun gösterdiği yere, benim gibi. Vakit nasıl da geçmiş! İnsan ömrü, hiç bitmeyecek gibi... Oysa ömür, dağ gibi görünse de saman dağı, doğumla ateşlenen... Buna rağmen, insanlarda bir hırs bir tamah!.. Bir telaş, her geçim derdindekinde!..
Bahçelerde köylüler... Kimi ektikleriyle uğraşıyor, kimi kışlık yiyeceğini hazırlıyor. Uysal bir köpek, bana aldırış etmeden, kuyruğunu sallayarak yanımdan geçip gitti. Bir evin duvarında oturan, sarı alalı beyaz kedi korkup, kaçtı. Aslında o ona da bir şey yapmayacaktı. İnsanların bile birbirlerinden korktukları bu devirde, hayvanlar da her ihtimale karşı tedbiri elden bırakmamaktaydı.
Baston yerine kullandığı bir değneğe dayana dayana çok yaşlı bir adam çıktı köşeden. Birbirimize yaklaştık.
“Merhaba, dede!” dedim.
“Merhaba, gızım!” dedi, yavaş yavaş yoluna devam etti.
Yavaş devam ediyordu, sona yakın, hızla tükenmekte olan hayat, onda. Bende, görünüşte zaman yavaştı, hızla yaşamaktaydım. Hızlı hızlı düşünüyordum, hızlı hızlı yazıyordum. Hızla nefes alıyordum, hızla yürüyordum. Geçmek bilmiyordu! Kahkahalarla gülüyordum, güldüğümde! Aynı zaman birimini kullanmakta olduğumuz halde, hayat bende başka, onda başka yaşanıyordu, birbirinin aynı gibi görünse de. Benim hayallerim vardı, her şeyden önce... Beklentilerim... Geleceğe dair gerçekleşmesi zor emellerim. Acaba onun da var mıydı?
Kadınlar çıkıyordu evlerden. Ayaklarında naylon terlikler... Birbirlerine gidip geliyorlar; birileri, biriyle haberleşiyor, konuşuyordu. Çocuklar oynuyordu, sokaklarda. Oyunları benim oynadıklarıma benzese de farklıydı. Biraz ezilmişlik, biraz itilip kakılmışlık okunuyordu tozlu ve yanık yüzlerinde. Üzerlerinde gariplik vardı. İnsanlarında, vaktinden önce olgunlaşma...
Kahvehane benzeri bir yerden geçiyorum. İki kare masa ve sandalyeler atılmış, önündeki ulu çınarın gölgesine, arıktan tarafa... Ben geçerken yavaşladı sesleri, sonra tekrar yükseldi, önceki gibi... İçerde kimsecikler yok, kahveciden başka; dışarıda, topu topu beş kişi... Ellerinde otuz üçlük tespihler, döndürüp döndürüp çekmekteler... Kim bilir neler çekmekteler? Hararetli hararetli konuşmaktalar, tamam da... Acaba dolu mu yoksa boş mu çekmekteler?
Anlaşılan, herkes rızkının peşinde; alacak verecek derdi, geçim derdi... Belki de Allah bu derdi, meşguliyet için verdi. Yoksa bize el kol vermezdi, kuşlar gibi hazır beslerdi. Ya çalışmamız ya da hırs yapmamamız için karınca örneğini verdi. Babam:
_ “Karıncalar, bize göre tonlarca ağırlık taşırlar. Kendi ağırlıklarının kat be kat fazlasını sürükler, götürürler. Bulduklarını yuvalarına taşırlar. Sanki sadece çalışmak için yaratılmışlar! Fakat bir gün, bir buğday tanesini tutmuş götürürken, bir kuş iner, ikisini birden yer, gider. İşte insan, gaflet içinde sadece dünyalık peşinde koşup durursa, zarar eder! Bir yerde ömür biter! Azrail çıkıverir karşısına ve: “Haydi bakalım, vakit tamam!..” der! Her şey biter!.. Karınca gibi topladıklarını yiyemeden gider!” der.
Her insanın iyi kötü var bir işi ve herkesin bu dünyadan, geldiği gibi bir de gidişi var. Var ki az ilerdeki caminin bahçesindeki musalla taşı, sabırla beklemekte bağrına konacak yeni bir başı. Kimseden kimseye faydanın olmadığı, yapayalnız gelinen ve yapayalnız yaşanan, kalabalıklar içinde bile yapayalnız olunan ve yapayalnız ölünen bu dünyada, tırnağın varsa, kendi başını kaşı!
Köşeyi dönünce göl göründü. Etrafı, adam boyu sazlıktı. İçinde de yer yer daha kısa sazlıklar vardı. Onlardan kalan yerlere nilüferler yayılmıştı. Yeryüzündeki tüm bitlilerin yapraklarının akciğer vazifesi gören arka tarafı yere, genellikle kaygan, parlak ve daha canlı bir renge sahip olan tarafı yukarıya bakarken sadece lotus denen bu bitkide gözenekli kısım yukarıya bakar. Yani, tüm avuçlar İlahi Âleme açıkken bu bitkide solunum yapmak gayesi ile suya bakmaktadır. Kurbağalar birbirleriyle yarışıyor, sinekler kalkıp iniyordu. Uzaklardan, karşılıklı ağustos böceği sesleri geliyordu. Güneş tam tepede, sanki tüm hararetini yere veriyordu.
Bu yörede, ağustosböceklerinin, tam on sekiz yıl yer altında kaldıkları ve sonra çiftleşmek amacıyla eşlerini çağırmak için öttükleri, vuslattan donra da çatlayıp öldükleri söylenir. On sekiz yıl bekledikten sonra gelişimlerini tamamlayan, bir cana hasretlerinin türküsünü bir türlü bitirmeyen, günlerce bıkıp usanmadan, yana yakıla aşka davet eden, ölüm pahasına aşklarını yaşamak için can atan bu mahlûkların, kalıntılarına bakılırsa karınlarının çatladığı gerçek ama ölmeden mi, öldükten sonra mı bilmiyorum.
Ölümüne birbirlerine kavuşmak isteyen kaç kişi vardır yeryüzünde? İlhan geliyor aklıma. Acaba ben? Acaba o? Yani biz? Sanmıyorum. Böcek kadar önemli değiliz birbirimiz için.
Peki ama sadece birkaç gündür ayrı kalmış olduğumuz halde bu ayrılığın dayanılmazlığı neden? Yeryüzünde, sıradan birini bu kadar çok ve böylesine sevmek mümkün değil. O zaman bu aşkın göksel bir nedeni, bambaşka bir boyutu var.
Okuduğum tasavvufi eserlerden çıkardığım sonuca göre İlhan’a duyduğum hayranlığın sebebi, Allah’ın Nuruyla göz alıcı hale gelmiş olmasındandır. Ne olursa olsun, kendiliğinden ışıması ve bu denli cazip hale gelmesi mümkün değildir.
Hani bazen uzaklarda, altın gibi parlayan, pırıl pırıl bir şey görür, ondan gözümüzü ayıramayız ya... Harika bir görünümü vardır. Büyük bir kuvvetle çeker bizi kendisine. Ona ulaşmak için hayaller kurarız. Ne engeller aşar, ne güçlüklere katlanırız!.. Hem de o uğraş ne kadar zevkli gelir bize!
Yanına geldiğimizde, bir de bakarız ki paslı, yamuk yumuk bir teneke parçasıdır. Onu güzelleştiren, güneş parçası gibi gösteren, gün ışığıdır. Güneş, eteklerini topladığında; gerçek, tüm acımasızlığıyla ortaya çıkıverir!.. Büyük bir hayal kırıklığıdır bu!..
Bazı kişilere hayran oluruz. Hayranlığımız artar, güya âşık oluruz. Bize o kadar güzel görünürler ki! Oysa onlar, Allah’ın nuruyla aydınlanmış oldukları için güzeldirler. Bunu fark ettiğimizde, başımızı kaldırır, ışık kaynağını görürüz. Öyle bir görüş ki gözlerimizi de gönlümüzü de alamayız! Bir daha asla başımızı çevirip, dünyaya bakmayız! Bakma ihtiyacı duymayız. İşte Gerçek Sevgili, O’dur. Gerçek aşk da O’na duyulan aşktır. Aslında Allah Aşkından başka aşk yoktur. Diğerleri farklı isimlendirilmelidir. Geçici hevesler, hoşlanmak, beğeni, hayranlık, bir anlık cazibesine kapılmak, sevmek gibi.
Allah, kullarını aşkıyla süsler, güzelleştirir. O kadar ki onlar zamanla herkes tarafından fark edilir, hatta göz alıcı hale gelir. Yüzlerine bakıldığında Allah’ı hatırlatırlar. Uyandırmış oldukları hayranlık, kendilerine ait değildir. Onlar sadece paslı teneke, metal parçası ya da aynadırlar ve ışık aldıkları sürece cazibelerinden kurtulmak mümkün değildir. Onları sevmek, onları sevmek değil, Allah’ı sevmek gibidir. Çünkü Allah’ı seveni sevmek, Allah’ı sevmek demektir. İbadet sayılır, bir nevi ibadettir.
Edindiğim bilgilere göre bunun böyle olduğu apaçık ortadadır ve aklım bilmektedir ama kalbim anlamamak istememekte, abarttıkça abartmadır. Çünkü içinde, ‘gönül’ denilen, birbirinin görüntüsünü içeren karşılıklı sayısız ayna vardır. Ona bir görüntü düşmeye görsün! Çoğaldıkça çoğalır; sayısal olarak tek olduğu bilindiği halde kopyası arttıkça artar ve her tarafı işgal eder. Her ne tarafa bakarsak bakalım, derinliğine ve çok sayıda sadece onu görürüz.
*
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 202