3
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1021
Okunma

Çok geniş gerçekten kavramlar ve gerçeklerin ardındaki devasa alanlar. $anıyoruz genelde, sadece $a-n/y-makla yetiniyoruz. Yani ben öyle yaptığımı fark ediyorum. Kitap okuduğumu zannediyorum, anladığımı ve bazen de ağladığımı dahi zannediyorum. Oysa bir boşlukta, tamamen her şeyden bihaber gün $ayıyorum. Kendime nasılsa bir arada sorular sorduğumda, şaşırıyor ve öylece kalakalıyorum:
Yahu, ben burada, bu ortamda ne yapıyorum. Neden, nerede, ne??!!
NEREYE!!!
Kafamda nesneler yersiz, kavramlar anlamsız, allak bullak…
Kendimi arıyorken belki de fark etmeden, elime aldığım kitapların şahlarından biri olan bir kitaptan içmeye başlıyorum. Kitap deyip geçerken de utanıyorum, yüzyıllardır milyonlarca insanı beslemiş ve onların içini doldurmuş bir ruhtan böylece de bahsedilip geçiliverilir mi! Sonra görüyorum içimin ne kadar bo$- bele$ olduğunu. Bunalımların sebebini, yorulmuşluğun kaynağını…
Sonra insan olmadığımı fark ediyorum aslında. Mesela bu kitabın yazarı da insansa, ben neyim ki o zaman? “İnsan olmak adayı” olmak istiyorum en azından ama. Görmek, konuşmak, yemek içmek ve hareket etmek insan olmak için yeterli mi? Hmm... Hayvanlarla karşılaştırtmayın bana kendimi o zaman! Düşünmek mi dediniz…???!!! Düşünmek ne ki benim için, boş bir beyinle doğrulmuşum, ve o beynin düşünmesine olanak sağlayacak içerikle doldurulup yoğrulmamışım ki daha. Zihnime sokulan, ama benliğimde asla olmayan bilgilerden, medyadan ve etrafıma kimliğinden eser kalmamış insanlardan beslenen düşünce dünyamdan bahsetmeyin ve bahsettirmeyin bana. Şimdiye kadar hep ihanetlerini ve yarı yolda kalmışlıklarını gördüm onların. İki yüzlülüklerini, devlet malı denizliklerini…
Bunalıyorum bedenimden, ellerimden, kollarımdan. Varlığımdan çıkmak ve duvarlarımı yıkmak istiyorum. İçimden çıkıp, önce kendi rezilliğime dışarımdan bir bakıp, sonra da önümdeki kitabın dünyasına koşarak, balıklama atlayarak dalmak istiyorum. Boğulurcasına… Kitabın içerisinde koşmak, coşmak, ve orada s/(ö)olmæk istiyorum. Bulmak istiyorum. Sorularım ve sorunlarım beynimi yemeden önce, beynime öylesine bir kalkan bulmalıyım ki bu kitabın içinden, kendi kendimin beynime yaptığı saldırıları sinesinde eritebilsin… Kalp zaten doğumundan beridir “’dünya dünya’ zindanı”nda mahpus.
Öyle ya, bir mana kitabı bu. Maddiyatın mekanikliği ve pisliği içerisinde, mayısa tamamen düşmüş bir birey gibi, mayıslanmış gözlerle göremez insan o manayı. Ben de göremiyorum, göremiyorum ki temizlenmeliyim modern dünyanın -y/p/k/s-aralarından. Kalbim –p/y/k-aslanmış bir motor gibi, yarışmaktan ve yarıştırılmaktan bıkmış. İşleyen demir pas tutmaz ama kalbim hiç yağlanmıyor ki! Hiç kimse yok ki kalbimin dilinden konuşan, ona esas ihtiyaç duyduğu besinleri sunan. Memleketinden başka başka diyarlara giden, giden ve orada kendi dilini hiç konuşan kimse bulamayan, bulamayan ve kendi dilini hiç kullanamayan, kullanamayınca da kendi dilini unutan bir garip gibi kalbim. Belki var ama ben gözümdeki mayıslardan göremiyorum işte, ne yaparsınız…
Hacca gider gibi, sadece tek bir elbise giyer gibi, çırıl çıplak ve tüm kötülüklerimden arınmış olarak girmek istiyorum bu mananın içine. Sayfalarına vücudumu sürmek, onun kokusuyla kokulanmak… Ve lütfen onun içinde yok olmak mümkünse… Açlıktır bu belki de, doğumundan beridir doğasında esas gereksinim duyduğu mana besinleriyle beslenememiş birinin haykırışlarıdır. Açlıktır yani, bunalmışlıktır.
Ve o kitabın içerisinden mananın en etkililerini, benim en fazla ihtiyaç duyduklarımı bir nur demeti gibi içerisinden kopyalamak istiyorum, kopyalayıp yanımda şu aciz bedenime ve beynime taşımak istiyorum. Ama beyin ne anlar ki! Beyin sözde mantık ve bilgi istiyor, onlarla doyuyor. Bu kitaptan getireceğim nur dolu mana olsa olsa kalbe sürülür. Hani içerisinden bir nehir aksa, aksa ve bir ucu da Akdenize dökülse, Akdenizi içinden çıkardıklarıyla kirletme, pislik etme kabiliyetine haiz kalbime getirsem ve sunsam onu… O manayı…
Bir güzel o manayı sürsem kalbimin her tarafına, tertemiz etsem onu, o kitaptan aldığım manayla. O bir aşk kitabı, kaynadığı yer Kuran gibi bir devasa sevda olan kitap: Mesnevi…
“
-Gül olmadan gül kokusu olmaz, şarap bulunmadan şarabın köpürmesi görülmez.
Can bağışlayan koku sana rehberdir. Seni cennete ve Kevser ırmağına ulaştırır.
Koku, gözü nurlandıran bir ilaçtır, koku, Yakub’un gözünü açtı.
Fena koku gözü karartır. Yusuf’un kokusuysa gözü nurlandırır.
Yusuf olamadın madem. Yakub ol. Ağlamaktan onun gibi makbul ol.
Şirin değilsen, Ferhat ol. Leyla değilsen, bari Mecnun ol.”
(Mesnevi, I.cilt,1970-1976)
Leyla değilim zaten bu gerçek, ama Mecnun da olamamışım. Kendimi o denli büyük görmüşüm ki, hatalar deryalarında yuvarlanırken, elmadaki kurt misali, dünyayı elmanın içinden ibaret sanmışım. O benim gözümü kör etmiş ve koskoca galaksiler aşırı evreni idrak edememişim. Küçücük kurtlu bir elmanın içinde kendi kendime takılmışım.
Bir türlü okuyamadığım bir kitaptır Mesnevi. Bir müddet okuduktan sonra, bin bir düşüncelere salar insanı, artık arar da durursun kendini, zira modern dünyanın bataklık labirentlerinde, ya da kanalizasyon medyanın karanlık odalarında kaybolmuşuzdur. Okurken Mesnevi’yi, Gerçeklerle aramdaki uçurumu idrak ederim sonradan. Devam et okumaya, devam edebilirsen…
“
-Gazneli Hakimden şu öğüdü dinle de köhne vücudun tazelensin:
“Naz için gül gibi bir güzellik gerek. Böyle bir güzelliğin yoksa bu nazlanmak nedir?”
“Çirkin bir yüzün nazı da soğuktur. Kör için bir başka dert, der olur”
“Yusuf’un güzelliğine karşı kendi güzelliğini söyleme. Gözlerin Yakub’un gözleri gibi ağlasın.”
(I.cilt 1976-19799)”
Kendini büyük görmek kadar insanı küçülten başka bir adet var mıdır bilmiyorum. Yüce olduğunu zannetmek… Ayaklar altında dolanırken ve para vs dünya için gezmediğimiz kapı kalmamışken insanın kendini büyük görmesi insanın kendine en büyük kötülüğüdür.
“BEN ki…”
“Bunu BANA nasıl…”
“BENİM adım…”
“Ya BEN…”
“BEN”
“BEN”
“BEN”…
“Sen kimle konuştuğunun farkında mısın!!!!!!!”
Evet farkındayım. Toprak diyarından gidiş dönüşlü bir bilet almış biriyle konuşuyorum. Hani ölünce bedenini en sevmediği canlıların tüketeceği bir kimseyle konuşuyorum.
“
-“Binlerce bahar olsa taşın yeşermesi mümkün değil. Toprak ol ki renk renk güllerin açılsın!”
“Nice yıldır taş gibi dertli oldun, tecrübe için bundan sonra da toprak ol.”
(I.cilt 1982-1984)
(En nihayetinde toprak olmadan önce…)
Hep böyle oluyor işte, hep böyle… Gel de oku şimdi, gel de oku! Okuyabilirsen, ve hala kalbinin her zerresini bir “hu” lafzı sarmadıysa…
Tunç AY