4
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1090
Okunma
ACIYI BENİMSEMEK
Gözleri yaşama bağlı bir Fatma vardı.Ele geçirilen eski bir düğün videosunda halay çekerden de mutlu görünüyordu.Örülmemiş saçlarıyla ve bakımsız yüzüyle on beş yaşında bir Kürt kızıydı o.Ne şehir gürültüsü ne de beton yığınlarının sıkıcılığı onu rahatsız ediyordu.O, doğanın dinginliği içinde doğaya bağlı bir yaşam sürüyordu, Doğubeyazıt’ta.Orada çobanlık yapıyordu.Evet çobanlık yapıyordu,onun kazları bile vardı.Annesi ölmüştü, yeşil kartla tedavi olmaya çalışırken devlet hastanesinde. Babası saçı sakalı karışmış bir şekilde hastanenin soğuk duvarına yaslanmıştı.O da işsiz sayılırdı.’Serbest meslek’ bile diyemedi mesleğini soranlara.Belki bu tamlamanın bir utancı saklamak için çok kullanıldığını biliyordu okul sıralarında.Öyle ya onun da okula giden çocukları vardı.
Bir akşam ne olduysa sofranın tadını değiştirelim deyip et yediler.Talihleri iyi gitmediği gibi daha da kötüye gitti o akşamdan sonra. Kötü giden sadece talihleri miydi?Fatma hastalandı.Bir hastane koridorunda kameralar üzerine çevrildiği zaman yere diktiği gözlerini kaldırarak usulca oturduğu bankta uyumaya çalışmıştı.Açlıktan mı yorgunluktan mı yoksa umutsuzluktan mı üstüne battaniye çektiği gibi hemen uyumuştu.Baba ise ayakta duruyor ve gazetecilere sitem ediyordu.Baba:’’Ben kızımı büyük hastaneye götürmem,götüremem.Yeşil kartım yok orada rezil olurum.ölecekse de burada ölsün.’’diyordu..Söylemeye çalıştığı çaresiz olduğuydu.Yeşil kartlarını yeniden çıkartacak ve böylece gidebilecekti Van Devlet Hastanesi’ne. Doğubeyazıt –Van yolu böylece bir yaşam için zor ve uzak görünüyordu karlar altında.Öyle bir görüntü oluşmuştu ki sanki Yılmaz Güney’in filmlerinden çekilmiş sanırdınız.Sanki filmin en trajik sahnesi oynanıyordu..Oysa işin acı tarafı ,sahnenin de oyuncuların gerçek olmasıydı.
Bir Fatma vardı akıllarda kalan.O yere diktiği gözlerini yerden kaldırmayarak, itaatkar ve mahzun kalarak.Öyleydi de zaten,öyle öğrenmişti.’’Baban öl dese öleceksin.’’sadıklığında yetişmişti.’Saygılı olmak,itaatkar kalmaktır.’ diye öğrenmişti.Bu yüzden ne cevap vereceğini bilmiyordu ‘’Hastaneye gitmek istiyor musun?’’ diye soran gazetecilere.Ancak ‘’Evet ‘’ diyebilmişti.Bu bile bir başkaldırış sayılırdı babaya karşı.Bu durum,çözümlenmesi zor psikolojik,sosyolojik ve ekonomik bir durumdu.Ya babasına sadık kalıp çaresizce gözlerini yere dikecek yada isyan edip ‘Yaşamak istiyorum.’ diyecekti.Ama Fatma ağlayacak durumda bile değildi.Gözleri kapanıp kapanıp açılıyordu.Acıyı benimseyen bir gerçekliliği vardı.Tıpkı yaşıtlarının zorla evlendirildiğinde duvak altından ağlaması gibi tıpkı defter ve kitapları sobada yanarken ateşe bakıp korkudan üzülmüyormuş gibi yapan kız çocukları gibi.Acısını bile gizlemeliydi.Fatma da öyle yaptı,çoğumuzun yaptığı gibi, ağlayamadı bile.’’Evet’’ deyip sustu…Ağlamak ayıp,günah hatta suçtu….Üç beş gün sonra fotoğraflarının çıktığı gazetelere şimdi ölüm haberi çıktı.Haberin yanında da o fotoğrafı... O tanrıça duruluğunda yüzü,o talihi gibi bakımsız yüzü ve gözlerine mevzilenen acıyla.Gözleri bir ülkeyi yeşertecek kadar acıyla akan birer ırmak gibiydi.
Sağ olarak gidip tedavi olamadığı Devlet Hastanesi’ne şimdi ambulansla cesedi gidiyordu,otopsi için,Artık durmuş bir kalbi taşıyarak ilerliyordu ambulans,doğusu beyaz bu ülkenin Doğubeyazıt ilçesinde beyaza bürünmüş yollarda...
Fatma öldü.Öldü mü öldürüldü mü anlamak zor, bu kadar acı olunca her şey.Böyle bir acının sadece toplumcu-gerçekçi bir senaryodan çıkmadığını görebiliyoruz şimdi.Geçeklerin bizimle beraber olduğunu ve asıl yaşadıklarımızın büyük bir gerçek olduğunu anlatmaya gerek yok.İşin acı tarafı,bu gerçekliğin neden bu kadar acıyla yoğrulduğunu anlayamamız.Fatma’nın babası anlamış mıdır bilinmez ama kızının ardından yerde kıvranarak ‘’Keşke be öleydim.’’ diye bağırıyordu.Bu bağırışı bir pişmanlık olarak almak ,asıl trajediyi örtmektir bir yerde.Burada yolunda giymeyen yanlış bir şey olduğu malum.Asıl sorgulanması gereken yön,burada saklanmış keşfedilmeyi bekliyor.’’Ülkenin doğusudur.’’ diye hastane yapılmayan bölgeleri düşünün.Oylar için hastane yapılsa bile doktorun gönderilmediğini düşünün.Bu gerçekler ışığında ortaya çıkan büyük dram bu defa unutulacak gibi değil.Çünkü Fatma’nın yüzü onu bir defa görenin bile yüreğine acıyla işlendi.Ölümün,Uğur Kaymaz ve babasında olduğu gibi devletin silahıyla geldiğini görmemiz yeterli değildir.Bugün asıl görmemiz gereken kurşunsuz gerçekleştirilen infazlardır.Fatma’nın ölümü de tam buraya denk düşüyor.Okulun olmadığı yerde bilinçsiz baba,işin olmadığı yerde işsiz genç,hastanenin olmadığı yerde de böyle bir ölümün olması bu trajediyi olağan kılıyor.Yaşananlar,aslında belirli bir sistem içinde her gün gerçekleşen ve artık sıradanlaşan olaylardır.Asla hasır altı edemeyeceğimiz bu gerçekler bizi yeni sorulara yöneltmelidir.Yine Van’da kuş gribinden kardeşleri ölen yedi yaşındaki Ali Koçyiğit ölümden dönmüştü.Yedi yaşında olmasına rağmen dersten sonra şeker satarak yaşam kavgasında ayakta durmaya çalışıyordu.’’Şeker Ali’’diye yankılandı onun adı aynı gazetelerde.Oysa ‘ne’ sattığı bir yana ‘neden’ sattığı önemli değil miydi?Yedi yaşında bir çocuk dersten sonra sokaklarda soğukta ‘Şekeeeer!’ diye bağırırken bu ülkenin Milli Eğitim Bakanı nasıl bilgisayarlı eğitimin başarısından bahsedebilir.Bu ve buna benzer çelişkileri iyi çözümlediğimizde yoksulluğun kader olmadığına ulaşabiliyoruz.Dolaylı veya doğrudan olayların sebeplerini incelediğimizde yapılmayan bir hastanenin yüzlerce insanın ölümüne sebep olduğunu görebilmeliyiz.Bu yüzden yeni sorularla sistemi deşifre edip çözüme ulaşabiliriz.Örneğin:Fatma’nın babası iyi bir eğitim almış olsaydı ve iyi bir geliri olsaydı ‘’Kızım ölecekse de burada ölsün.’’ Diyebilir miydi?Sadece bu soru bile bölgenin sosyo-ekonomik bozukluğun yarınlarda nelere gebe olduğunu göstermeye yeterdir.İnsanlar bir bir kuş gribinden ölürken bazıları neden hala tavuk eti yer düşünün bir.Mersin’ de bedava dağıtılan tavuklar neden izdihama neden olsun?Olayların nedenlerini bilip çözüm peşine düşmeseniz gerçeği gizlemek gibi bir amaç taşıyorsunuz demektir...Bugün deşifre edilen sistemin de amacı da budur.İncelemeye çalıştığımız bu trajedinin de yaratanı budur. Bugün aç kalarak terbiye edilen bizler,adeta bir ateşin içinde eriyip yok olurken’’Çok şükür ısınıyoruz.’’diyebiliyoruz.Gaflet uykusunda ekmeğin rüyasını görmek isterken tek sermayemiz olan canımız da trajik bir senaryoyla yok olmaktadır.Ecelsiz ölümlerin kader olmadığını,en büyük zulmün bilgisizlik olduğunu ve yaşanan bu acının aslında kıstırılmışlıktan kaynaklı kendini yok etme olduğunu anlamamız gerekir.Bunun için etrafta yaşananlara bakmak fazlasıyla yeterlidir:Bir kadın köyden hastaneye karlı yollarda taşınırken ölüyor,bir çocuk mendil satarken soğuktan donuyor bir kadın eve geç geldiği için şiddete maruz kalırken bir üniversiteli yol parası için ders kitaplarını satmaktadır.Bundan kaynaklı yaşanan benzer binlerce trajedinin doğru temelde çözümlenmesi bir halkın da bu paralelde doğru analizini getirmeli ve gerçeği göstermelidir.
Fatma sesimi duyamayacak kadar uzakta şimdi.Kendisi gibi benzer hazinlikte aramızdan sessizce ayrılanlar gibi.Yüreğimizin bamtelinde ezgiye dönüşen bir ses olarak kalacak hep. Acıyla yoğrulan ve çaresizlik edebiyatımızda başkent da olarak yerini koruyacak.Farkında bile olmadan o garip haliyle bu senaryoda başrol oynadı.Bu senaryo,taşlaşan yüreğimize bir yumuşaklık ve körleşen gözlerimizi bir ışık olarak duracak.