1
Yorum
1
Beğeni
5,0
Puan
41
Okunma

Sessizliğin hep kadına ait olduğunu sanır erkek.
Sanki acıyı kadının taşıması doğalmış, sanki kelimeleri kadının yutması gerekirmiş gibi…
Oysa bir gün gelir, erkek de durur; hiçbir şey söyleyemediği bir eşikte bulur kendini.
Kadının susuşunu yıllarca “fazlalık” sanmıştır belki.
Hassaslık der, duygusallık der, dalgınlık der geçmiştir.
Ama kadın sustuğunda, aslında neyin koptuğunu çok sonra anlar:
Güvenin, umudun ve bir ömrün aynı yerden düştüğünü…
Erkek bunu geç fark eder.
Çünkü kadın bir şey kırıldığında bağırmaz, isyan etmez.
Gündelik hayatın içinde ufalanır sessizce,
ve erkek bu ufalanmayı ancak kadın gidince duyar.
Bir gün erkek, evin içinde dolaşan o sessizliğin boşluk değil,
kadının yıllarca taşımaya çalıştığı yük olduğunu fark eder.
Sözlerinin geri döndüğü duvarlarda; kadının nasıl tek başına aydınlanmaya çalıştığını,
kırılganlığının altında nasıl bir direnç taşıdığını görür.
Belki de ilk kez, “suskunluk” kelimesi anlam kazanır erkek için.
Kadının neden sustuğunu, ne zaman sustuğunu,
susarken neyi koruduğunu, neyi kaybettiğini düşünür.
Ve o an anlar:
Kadın sustuğu için gitmez;
duyulmadığı için gider.
Erkek, kendi geç kalışını içinden saklayamaz.
Bir adım atmak ister, fakat çoğu zaman o adımın geç kaldığını bilir.
Çünkü kırılmanın tarihi, özrün tarihinden hep daha eskidir.
Bazı ayrılıklar kavgayla olmaz;
bazı ayrılıklar sessizliğin içinden büyür.
Ve bir gün erkek de anlar:
Kadının susması bir veda biçimidir aslında.
Öncesi doludur, sonrası boşluk.
Ama yine de kalır içinde bir cümle:
“Keşke onu susturmadan önce duyabilseydim.”
Turgay Kurtuluş
5.0
100% (1)