1
Yorum
12
Beğeni
5,0
Puan
148
Okunma

Hava, İstanbul’un o bildik hüzünlü sisini çekmişti camlara. Tarihi bir Beyoğlu apartmanının en üst katında, tavan arasına dönüştürülmüş dar odanın penceresinden, ıslak kaldırımlara vuran sokak lambalarının sarı hüzünleri sızıyordu içeri. Hasan, masanın başında, bir şiirin yarım kalmış dizesi gibi kırık ve yorgun oturuyordu. Önünde, rakı şişesinin dibine yapışmış bir limon parçası yüzüyordu çakırkeyif suyun içinde. Dumanlı hava, eski kitapların, mürekkebin ve biriken acıların ağır kokusuyla doluydu. Burası, kelimelerin sığınağı ve yüreğinin yıkıntı alanıydı.
Masada, dağınık kağıtlar, karalanmış şiir taslakları, birkaç kitap ve boş rakı kadehi vardı. Bir de, çerçevesi çatlamış eski bir fotoğraf: Gülümseyen bir kadın, artık ulaşılmaz bir yıldız kadar uzak. Hasret, Hasan’ın göğsünde demir bir yumruktu; her nefes alışında sıkıyor, her rakı yudumunda acıtıyordu. "Kavuşmak," diye mırıldandı boşluğa, sesi kısık ve çatallı, "en güzel yalan..."
Tam o an, odanın loş köşesindeki deri koltuğun gıcırtısı duyuldu. Ortada kimse yoktu. Ama bir gölge, bir iz, bir varlık belirmişti sanki. Sonra, masanın diğer ucundaki sandalyede, tanıdık bir siluet oturuverdi: Cahit Sıtkı Tarancı. O bildik fötr şapkası hafifçe yana eğik, gözlerinde hem derin bir keder hem de alaycı bir pırıltı. Elinde bir kadeh vardı, Hasan’ın şişesinden doldurmuş gibiydi. "Ölüm bile ayıramaz bizi şiirden, Hasan," dedi sesi, sanki uzak bir radyodan geliyormuş gibi hafif cızırtılıydı. "Hele ki aşk acısı... O, şiirin anasıdır."
Hasan şaşkınlıkla irkildi, gözlerini ovuşturdu. "Cahit Bey... Siz?"
"Biz," dedi başka bir ses, pencere kenarından. Orhan Veli Kanık, ceketinin yakası kalkık, saçları dağınık, koltuğunun altında eski bir defterle belirmişti. Camdan dışarıyı süzen bakışları, sokaktaki yağmurun ritmini arıyor gibiydi. "Derdin büyükse, derdine yoldaş da çok olur." Hafifçe güldü, ama gülüşünde bir burukluk vardı. Masaya yaklaştı, Cahit’in yanındaki sandalyeye ilişti. "Aşk da, hasret de, kavuşamamak da... Hepsi şiirin malzemesi. Önemli olan, onu nasıl yoğurduğun."
Tam o sırada, odanın kapı eşiğinde, derin ve yoğun bir gölge belirdi. Cemal Süreya. Simsiyah saçları, koyu bakışları, sigarasının dumanına karışan bir melankoliyle. "Kavuşmak," diye söze girdi, sesi yanık ve kışkırtıcı, "belki de tek gerçek mutluluğun imkansızlığıdır. Sevmenin özü, hasrettedir." Masanın üçüncü köşesine, diğerlerini tamamlayan bir halka oluşturacak şekilde yerleşti. Gözleri Hasan’ın çerçeveli fotoğrafına takıldı, bir an. "Ah... O imkansız güzellik."
Hava elektriklenmişti. Rakı kokusu, esrarengiz bir şekilde, üç misafirin de nefesine karışıyor, odanın buğusunu yoğunlaştırıyordu. Mekan, zamanın dışına çıkmış, şiirin ve acının sonsuz bir anına hapsolmuştu.
"Nasıl dayanırdınız?" dedi Hasan, göğsündeki demir yumruğu işaret edercesine. "Bu yanışa... Bu bitmeyen bekleyişe?"
Cahit Sıtkı, kadehindeki rakıyı hafifçe salladı. "Ölümden önce bitmeliydi yaşamak," diye mırıldandı, Otuz Beş Yaş’ın unutulmaz dizesini anımsatarak. "Ama ölüm bile bitiremiyor aşk acısını, görüyorsun. O, kalır. Bir otuz beş yaş gibi kemiklerinde." İçini çekti. "Kavuşmak? Belki öteki tarafta. Belki şiirde. Gerçek hayatta... Çoğu zaman bir ’keşke’dir sadece."
Orhan Veli, masadaki buruşuk bir kağıdı alıp düzeltti. "Ben," dedi, naif bir çocuk edasıyla, "aşkı, İstanbul’un sokaklarında aradım. ’Bir garip Orhan Veli’yim’ diye başladım, ama her sokak başı, her vapur iskelesi, bir ayrılık hikayesi saklardı." Gözlerinde bir an, Anlatamıyorum’un çaresizliği belirdi. "Kavuşmak mı? Bazen bir balık tutar gibi gelir insana. Tutarsın ama elinde kalan sadece ıslaklık ve boşluktur." Bir sigara yaktı. "Şiir, o boşluğu doldurur. Belki de kavuştuğumuz tek yer, yazdığımız dizelerdir."
Cemal Süreya, derin bir nefes çekti, sigara dumanı halkalar halinde tavana doğru süzüldü. "Aşk," diye başladı, sesi tutkunun ve acının sınırında gezinirken, "bir uçurum’dur. ’Seni alıp götürmek isterdim, seni alıp götürmek isterdim’ diye haykırırsın, ama uçurumun kenarındasındır sadece." Gözleri, Hasan’ın fotoğrafındaki kadına yeniden kaydı. "Hasret, o uçurumun dibinde yankılanan çığlıktır. Kavuşmak ise... Belki bir düşüş. Ya da dibe vurduğunda sana uzanan bir dal." Bir an sustu, sonra ekledi: "Şiir, o daldır. Tutunacak tek şey."
Bir sessizlik oldu. Dışarıda yağmur hızlanmıştı, camlara inatla vuruyordu. Rakı şişesi boşalmış, ama kadehler hep dolu görünüyordu. Hasan, bu üç devin sözlerinin ağırlığı altında ezilmiş, ama bir o kadar da beslenmiş hissediyordu kendini. "Peki," diye sordu cesaretini toplayarak, "bu acı hiç geçer mi? Yoksa hep böyle mi kanar?"
Cahit Sıtkı, fötr şapkasını düzeltti. "Kanar," dedi kararlılıkla. "Ama kanayan yer, en derin şiirlerin doğduğu yerdir. Memleket İsterim’de bile, güzelliklerin altında bir sızı vardır. Kabul etmek gerek."
Orhan Veli, masadaki kalemi aldı, boş bir kağıda bir şeyler karaladı:
"Gün olur, alır başımı giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda..."
Sonra durdu. "Giderim," dedi, "ama hasret gider mi? Bilmem. Ama giderken bile şiir vardır yanında. O, kavuşulmasa da seni avutan tek şeydir."
Cemal Süreya, son bir yudum aldı kadehinden. "Geçmez," dedi kesinlikle. "Hüzün ki en çok yakışandır bize... Öyle bir yer edinir ki yüreğinde, senin bir parçan olur. Onunla yaşamayı öğrenirsin. Ya da öğrenemezsin, ama şiirlerin onunla nefes alır." Fotoğraftaki kadına bakarak ekledi: "Kavuşulmamış aşk, bitmemiş şiir gibidir. Hep bir mısra eksik kalır."
Gece ilerliyordu. Misafirlerin siluetleri, mum ışığı gölgeleri gibi odanın duvarlarında geziniyordu. Konuştular, içtiler, şiirler okudular. Cahit Sıtkı, Desem ki’yi fısıldadı karanlığa. Orhan Veli, İstanbul’u Dinliyorum’u mırıldandı yağmurun ritmine. Cemal Süreya, Üvercinka’nın tutkulu dizelerini getirdi aklına. Hasan, hepsini dinledi, kendi yarasını onların kelimelerinde yıkadı. Bu dertleşme, bir tür kutsal şiir meclisiydi; acının, özlemin ve sanatın ortak ritüeli.
Sonra, şafak sökmeye başladı. Pencereden sızan ilk soluk ışık, misafirlerin bedenlerini saydamlaştırdı. Cahit Sıtkı, fötr şapkasıyla, saygıyla selamladı. Orhan Veli, bir el hareketiyle "Gidiyorum" der gibi yaptı, gözlerinde o tanıdık masum hüzünle. Cemal Süreya, sigarasının son nefesini içine çekti, dumanı sabah ışığında eriyip gitti. Hepsi birer hayal gibi, sessizce dağılmaya başladılar.
"Gidiyor musunuz?" diye sordu Hasan, sesinde bir panik ve minnet karışımıyla.
Orhan Veli, kapıya doğru döndü, omzunu silkerken: "Her sabah biri gider," diye söylendi. "Ama şiir kalır."
Cemal Süreya, son bir bakış attı fotoğrafa: "Kavuşamasan da, yazmaya devam et. Çünkü her yazdığın dize, onu çağırır bir kez daha , belki gelir umut var oldukça ’’
Cahit Sıtkı, en net olanıydı: "Acın senin madenin, Hasan. Onu kaz, kelimelere dök. Ölüm bile susturamaz o sesi."
Ve sonra... Odada sadece Hasan kaldı. Boş kadehler, boş şişe, dağınık kağıtlar ve fotoğraf. Sabah ışığı, toz taneciklerini havada dans ettiriyordu. Acı hala vardı, göğsündeki demir yumruk yerindeydi, ama artık yalnız değildi. Odayı, üç büyük ruhun kelimeleri, anlayışları ve ortak kaderlerinin bilgeliği doldurmuştu. Masanın üzerinde, Orhan Veli’nin oturduğu yerde, küçük bir kağıt parçası duruyordu. Üzerinde bir dize karalanmıştı:
"Hasret, kavuşmanın gölgesiz düşüdür...
Ve biz, o düşü kovalayan şairler."
Bu gece benim hayalim ise bu dize ne arıyor o zaman Orhan Veli’nin oturduğu yerde. Belki de ben karaladım onu akşam kağıda diye düşündü Hasan. Sonra ise ’’Yok yok , bunlar benim kelimelerim olamaz...’’ dedi.
Hasan, kalemi eline aldı. Boş kağıda ilk kelimesini döktü. Artık sadece kendi acısını değil, asırların biriken aşk hasretini, kavuşamamanın evrensel ıstırabını yazacaktı. Derdin şiirli yoldaşları gitmişti, ama mirasları kalmıştı: Kelimelerin kudreti ve acının dönüştürücü gücü. Güneş artık doğuyordu. Pencerenin dışında İstanbul uyanıyordu. Ama Hasan’ın içinde, yeni bir şiir doğuyordu; hasretle, üç büyük ustayla paylaşılmış bir gecenin sabahında.
Artık biliyordu ki, asla yalnız değildi. Şiirin sonsuz kervanında, o büyük üstatlar hep yoldaşları olacaktı...
Çağdaş DURMAZ
Üstatların Aziz Ruhlarına Saygıyla...
5.0
100% (3)