0
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
129
Okunma
BİR ÇOCUĞUN KADERE İSYANI VE TANRI’NIN SESSİZLİĞİ
Kasvetli bir gündü. Gökyüzü gri bir perde gibi yeryüzünü örtmüştü. Annesi sancılar içinde kıvranırken, dünya bir canın daha nefesini duymaya hazırlanıyordu. Ebe, elindeki kör bıçakla göbek kordonunu kesti, çocuğu sardı, sarmaladı, babasının kucağına verdi.
Baba, öksüzlerden, yetimlerden çaldığı paradan bir miktarını ebeye bahşiş olarak uzattı; çünkü her şeyin bir bedeli olduğuna inanıyordu. Sonra çocuğun kulağına eğildi, önce Ezan okudu, ardından İhlas Suresi. “Elhamdülillah” dedi içinden. “Artık Müslüman oldu.” Henüz birkaç dakikalık bir bebeğin kimliğini, inancını ve kaderini böylece tayin etmişti.
Anne, helal sandığı ak sütüyle bebeğini doyurdu. Oysa o süt, sadece bir annenin merhametiyle değil; farkında olmadan, toplumun ona biçtiği rollerin yüküyle de yoğrulmuştu.
Aradan günler, aylar, yıllar geçti. Çocuk büyüdü, yedi yaşına geldi. Anne umutla baktı oğluna. Hayaller kurdu; belki doktor, belki mühendis, belki mimar olurdu. Kendisinin göremediği ışığı, çocuğunda görüyordu. Umut, anneliğin en derin duygusuydu.
Ama baba başka düşünüyordu. “Okuyup da üç kuruşa devlete mi hizmet edecek?” diye gürledi. “Benim oğlum tarikat yoluna girecek, Allah korkusuyla yanıp tutuşan bir mürid olacak!” Ve bir sabah, çocuk, X&XX Cemaatinin soğuk duvarları arasına bırakıldı. Artık cemaatin “şefkatli” kollarına teslim edilmişti.
Günler, aylar geçti. Anne dayanamadı, oğlunu görmek istedi. Kocasına yalvar yakar izin aldı. Yurda gittiğinde, duyduğu anonsla yüreği hızla çarpmaya başladı. Kapıdan çıkan oğluna baktığında ise kalbi sanki yerinden sökülmüştü. Bu, onun oğlu değildi. Gözleri boştu, yüzünde tarifsiz bir korku vardı. Oğluna bir şey olmuştu anneliğin sezgisi yanılmazdı.
Çocuk titrek sesiyle olanları anlattı. Cemaatin “manevi eğitimi”nin ardında gizlenen karanlıklar döküldü dilinden. Anne saçını başını yoldu, ağıt yaktı. Fakat baba, kayıtsız bir soğukkanlılıkla “Bir kereyle bir şey olmaz” dedi. Ardından ekledi: “Büyüyünce unutacaksın, ama karşılığında Allah’a hizmet eden bir genç olacaksın.”
Yıllar akıp gitti. O çocuk artık bir genç adamdı. Cemaatin gölgesinde büyümüş, kör inancın kalıpları içinde şekillenmişti. 14 yıl boyunca ruhu lime lime edilmiş, aklı sorgulamanın değil, itaatin diliyle örülmüştü. Kur’an’ın özündeki merhamet yerini kör bir taassuba bırakmıştı. Artık “dini bütün” bir gençti; ama inandığı din, Tanrı’dan çok, tarikatın liderine hizmet ediyordu.
Bir zamanlar annesinin umudu olan o çocuk, şimdi Allah’ın adını zikrederek öldüren, yalan söyleyen, hak yiyen birine dönüşmüştü. Cinneti bile “iman” kisvesiyle süslenmişti. Bir zamanlar saf bir bebekti; ama sistem, inanç kisvesi altında onun masumiyetini yutmuştu.
Bu hikâye bir çocuğun değil, bir toplumun hikâyesidir. Biz, çocuklarımıza doğmadan kimlik biçiyoruz. Onlara din, ideoloji, itaat ve korku yüklüyoruz. Oysa Tanrı, saf bir kalpte yaşar korkuda değil, sevgide. Fakat biz sevgiyi değil, korkuyu öğretiyoruz. Sonra da o korkunun doğurduğu şiddete şaşırıyoruz.
Belki de en büyük günah, bir çocuğun zihnine Tanrı adına korku ekmektir. Çünkü korkuyla büyüyen insan, önce kendinden, sonra da insanlığından kaçar.
Oysa bir çocuk, ne cemaatindir, ne devletindir, ne babasınındır. Bir çocuk, sadece insanlığın emanetidir.
SOĞUK MEZAR TAŞI
Gece boyu bir düşün peşinden koşarken
kirpiklerim bile yoruldu.
Güneş bile erken doğmaktan utandı.
Onlarca çocuğun katledilmesi kutsanırken
ben kahroldum, Mihri.
Bir duaya sığdıramazken
o minik bedenlerin yaşamını,
şimdi bin duaya sığdırarak
cennete yolluyoruz, Mihri.
Belli ki
duaların hükmü yoktu, Mihri.
Ya da kayırmacı,
taraf tutuyordu Tanrı.
O,
kayıtsız kaldıkça adaletsizliğe,
ben
biraz daha unutuyordum adını, Mihri.
Gördüklerimiz
papatya tarlası değildi, Mihri;
gördüklerimiz, beyaz kefenlerin
kurşunlarla kirlenen diğer yüzüydü.
“Her saflık
biraz günah ister.”
Diyen o ses var ya...
İşte o ses,
seni de beni de
bir yetim hecenin içine gömdü, Mihri.
Gözleri,
benim karanlığıma teslim edilmiş
son iki geceydi.
Ben baktıkça sabahlar utandı,
ben sustukça dünya küçüldü.
Susmak,
bazen bir itirafın mezar taşı gibi soğuk;
bazen de ecelin öptüğü gerçekti.
Aslında,
ölüme mahkûm edilen
unutulmuş bir nefesti, Mihri.
Bu yüzden
artık ben sustum, Mihri.
Çünkü “seviyorum” dersem
seninle değil,
Tanrı’yla yarışmış olacağım.
Artık biliyorum:
her ölen çocuğun duyarsız Tanrısı olduğu gibi,
her aşkın da bir eksik Tanrısı var.
Bu yüzden ben,
kendi ömrü değil
sadece bir çocuğun yaşamasını sevdim, Mihri.
Efkan ÖTGÜN