2
Yorum
4
Beğeni
5,0
Puan
136
Okunma

Herbokoloji mi o da ne diyeceklere inat sosyal medyada sıkça karşıma çıkan bir kavram. Eh ülke havuzlarında konularına göre alakalı alakasız yorumlar havada uçuşursa, hele ki hakaretamiz bir tavırla bütünleşirse bu durum ironik bir duruş gösterebilir de. Sahi nedir bu herbokoloji?
Vikipedi notu “işin uzmanı olmadığı halde her konuda bilir kişi, uzmanmış gibi çıkıp konuşan kişilerin bilim dalı” na işaret etmekte. Herbokolog’da “genellikle medyada, mezun olduğu okul veya eğitim hayatı konuyla ilgili olmayan ve sürekli olarak her konuda fikir beyan eden kişiler için kullanılır.” Şeklinde tanımlanmaktadır doğallıkla. Zottirik bir insan evladı karşımızda mı yoksa? Bir azmanlaşma hali söz konusu görünen o ki. Günlük hayatta en basit ve yaygın örneklerinden biri iş arayan bir insanın ne iş olsa yaparım abi demesinde aradığı karşılığı bulur. Ne var ki önerilen işleri bir bahaneyle geri çevirmektedir bu tipler. Nihayet her işte işi oluşturan parçalar, her meslekte ise standartlar bulunmaktadır. Çekilin yoldan dat datla olmayacaktır haliyle. Bir tür durak stresinden kaçmak adına ring yapan dolmuş şoförü edası desem benimde herbokolog olduğumu anlarsınız haddizatında. Haddizatında mı, vay hadsiz vay demede dur ondan sonra.
Benimde böyle bir huyum var işte. Orhan Veli merhumun “Dalgacı Mahmut” şiirindeki haleti ruhiye misali giremem zapturapt altına. Ne güzel tarif eder şair: “İşim gücüm budur benim, Gökyüzünü boyarım her sabah. Hepiniz uykudayken. Uyanır bakarsınız ki mavi. Deniz yırtılır kimi zaman, Bilmezsiniz kim diker; Ben dikerim. Dalga geçerim kimi zaman da, O da benim vazifem; Bir baş düşünürüm başımda, Bir mide düşünürüm midemde, Bir ayak düşünürüm ayağımda, Ne haltedeceğimi bilemem.” Bendeniz de buna benzer şekilde; efendim ne zaman çizmeyi aşsam kendimi Alplerde hissederim, bir tür Heidi sendromu misali, içimden bir ses haydi der diyerek taşkın ruhumu hicvederim bazen.
Ya peki Dünya edebiyatında “Herbokoloji” öyküsü neyin nesi, kimin fesi?
Şöyle ki günün birinde bir kitap evinin rafları arasında gezinirken rastladığım bir romanın ismi tebessüm uyandırdı bende ve zihnimde şimşek çaktı. “Bilirbilmezler” idi romanın adı. İyi bir roman okuru değilim açıkçası. Ne ki bu sefer iç sesim uyardı beni. Senin romanın Levent, ıska geçme bunu dedi o bendeki diğer ben. Dürüsttür iç sesim nihayet. Neysem onu söyler bana. “Neyse halin çıksın falın” kabilinden mi? Tabii ki değil canım! Tesadüfi gelmez, sistematiktir uyarıları keratanın. Disiplinsiz, sistemsiz, derbeder gönlümün aksine bana yerinde ikazlarda bulunan bir alt zihin. Yalpalasamda yıkılmıyorum o sayede. Yıkılmadım ayaktayım deriz ya bazen o hesap.
Roman dedim de, yazarı Dünya edebiyatının ünlülerinden Gustave Flaubert’tir ilgili eserin. Meşhur Madam Bovary’nin müellifi evet. On dokuzuncu asır romanın altın çağı olarak ele alınır çok kez. Romantizm ile Realizm arasında bir gelişme çizgisi izlemekte, değişim geçirmektedir roman o dem. Romantizmde duygu, hayal gücü ve doğa temel motifler olmaktadır. Bilimselliğe ve akılcılığa bir tepki vardır romantiklerde. Buna karşın Realizm akımında ise nesne, gerçek, eleştiri, gözlem, bilimsellik ögeleri öne çıkmaktadır. Realizm sosyal bilimlerin yeni yeni temellendiği, henüz emeklediği dönemlerin edebi formasyonu halini alır. On dokuzuncu asrın materyalist, pozitivist felsefi akımları edebi alanda gerçekçilik akımında soluk alıp vereceklerdir. Söz gelimi Engels Balzac’ı, “politik bakımdan aristokrasiyi temsil etmesine karşın, yazınsal üretiminde dönemini doldurmuş olanı, gelmekte olanı ve geleceği temsil edecek olanı betimlemeyi başarmak suretiyle, kendi politik sınırlılığını aşmasını bilmiştir.” Şeklinde tanımlamaktadır.
Kuşkusuz hiçbir edebi ya da sanatsal akımın insan, toplum, doğa ve evreni tek başına tüm çıplaklığıyla resmetmesi düşünülemez. Her izm’in kapladığı bir alan vardır nihayet. Gerçekçiler kendi bulundukları noktadan saf gerçekliği ortaya koyuyor da akılcılar, duygucular, modernistler, post modernistler ne yapıyor? Ya da resim alanındaki kavramlarla izlenimciler, dışavurumcular, şekilciler, vs. hayatı, ölümü, sonsuzluğu nasıl karşılıyor? Hangi perspektifle resmediyor? Bir akım tek başına her şeyde diğerleri hiçbir şey mi? Öteden beri edebi, felsefi, sanatsal akımlar hakkında edindiğim izlenim göreceliliğe karşılık gelmektedir. Yine kanaatimce on dokuzuncu asır Avrupası kuşkusuz feodal dönemlerin baskıladığı tarih devirlerinin tazyikiyle ve gelişen sanayi inkılabının ihtiyaçlarının yönlendirmesiyle daha önceki yüzyıllara hatta bin yıllara meydan okuyan bilimsel ataklar yapmakla birlikte bu bilimsel anlayışın felsefe alanında pozitivizme (bilimciliğe) yahut mekanik ve Vülger maddecilik misali kaba bir maddeciliğe indirgendiğide görülmektedir. Yine ilerleme düşüncesi mitsel bir duruş göstermektedir. Beraberinde yaratıcılık artan biçimde tanrısal bir motif olmaktan çıkıp insana, beşeriyete hasredilmektedir. Şirret bir hüviyet kazanmaktadır beşeriyet açıkçası.
Peki bu kolektif ögeler beraberinde obur bir açlıkla tüm bilim ve bilgi alanlarını kendi hükümranlığında toplamak isteyen taşkın ruhlar ve zekalar peyda etmiş olabilir mi? Hani derim ki daha önce ifade etmeye çalıştığım kimi eski çağ filozoflarının bilimsel bilginin henüz o denli yoğunlaşmadığı devirlerdeki entelektüel hamleleri ya da devrim dönemlerinde örnekleri görülebilecek cemiyeti tüm cepheleriyle kuşatmak isteyen zekaları karşımıza çıkartamaz mı? Bu sualin yanıtının verildiği yahut verilmek istendiği bir edebi eser olarak meşhur Fransız romancı Gustave Flaubert’in “Bilirbilmezler” adlı eserini örnek tutmak bilmem ki mübalağa mı olur? Hiç şüpheniz olmasın gerekli itina gösterilmediğinde insanı herbokolog kılacak bir yaklaşım da olabilir bu.
Evet, yazarın sağlığında tamamlayamadığı son projesi "Bouvard ve Pécuchet" Tahsin Yücel tarafından "Bilirbilmezler" ismi ile Türkçeye çevrilmektedir. “Bouvard ile Pécuchet, bilgisizliklerinden ve ahmaklıklarından kaynaklanan sınırsız bir gözüpeklikle her konuya el atan iki arkadaştır; görünüşleri gibi tutumları ve tutkuları da gülünçtür. Ama gülünçlükleri biraz da ele aldıkları eserlerin, karşılaştıkları kişi ve durumların gülünçlüğünden ileri gelir. Gerçekten de Flaubert, onların serüveninde, döneminin bilimini, felsefesini, edebiyatını, politikasını gülünç düşürmeyi amaçlar. Bilirbilmezler’i yazmaya hazırlandığı günlerde, “Öfkemi boşaltacağım bir planım var... Çağdaşlarımın bende uyandırdığı tiksintiyi onların üzerine kusacağım... Taşkın ve müthiş bir şey olacak,” demesi bundandır.” Şeklinde arka kapak notu okuru karşılamaktadır.
Ve şenlik başlar. Şöyle ki kahramanlarımız birlikte yaşadıkları malikanede tarımdan, mekaniğe, kimyadan, tıbba, felsefeden, teolojiye, sanat eleştirisinden, politikaya, pedagojiden, tarihe, şiirden, musikiye her alana el atmaktalar. Şüphesiz aynı anda değil. Bir ara birine eğilirken, bir müddet sonra başka bir sahaya sarkabilmekteler. Söz gelimi tarım teknikleri üzerine kitaplar okuyup, civarda tarımsal üretim yapan kişilerle de görüşmeler sağladıktan sonra bahçelerinde meyve sebze ekmekteler ve fakat devamında toprağı ve bitkileri çürütüp işin içinden çıkamamaktalar. Bu seferde ah yanlış yaptık, ah gözün çıksın cehalet makamında önce kimya alanında araştırma yapmalıydık diyebilmekteler. Devamında ise kimya üzerine kitaplar okuyup ardından randevu alarak görüşmeye gittikleri bir hekime şikayetlerini bildirmek yerine efendim kimya üzerine size bazı sorularımız olacaktı dediklerinde hekim arkasına yaslanmak suretiyle kimya üzerine sorularınız mı var, ha anladım siz beni tedavi etmeye geldiniz demez mi yahu! Gerçi tam tersi bir yaklaşımla doktorumuz iki kafadarı başta kırmıyor, dinliyor, suallerini yanıtlıyor, birkaç tıbbi eser bile hediye ediyor kendilerine. Fakat sonra sonra canım tıp bilimi sizin hükümranlığınızda değil ya gibi zevzeklikle gerzeklik arasında gidip gelen bazı serzenişler hekimimizin sigortalarını da attırmakta.
İzledikleri yöntem dediğim gibi öncelikle konuyla alakalı bazı teknik ve metodik eserleri okumak devamında ise sahaya çıkmak suretiyle konunun uzmanlarıyla birebir görüşmeler yapmaktır. E ne var bunda sistemli yürüyor adamlar diyenlere aceleci olmamalarını öneririm. Çünkü görüştükleri uzmanları sorularıyla terletir görünürken giderek sıkboğazda ederler, soruyla başlayıp yanıtı kendileri vermeye meyyaldirler açıkçası. Öyle ki kibarca kovuldukları da vaki olmaktadır. Eh sırtlarına pat pat dokunarak hadi bakalım hadi yine uğrayın denilmez mi? Madalyonun diğer yüzünde ise kurgu üzerinden izlenim edindiğimizi unutmamalıyız. Flaubert kuşkusuz dünya edebiyatının köşebaşı yazarlarından. Devrinin mübalağalı bulduğu entelektüalizmine, entelektüel uğraşlara adanmışlığına cephe almakta, ironik bir üslupla hicvetmektedir bu durumu. Ancak bunu yaparken “Çağdaşlarımın bende uyandırdığı tiksintiyi onların üzerine kusacağım” şeklinde yaptığı tanımlama iç dünyası hakkında nasıl bir izlenim verir, psikobiyografik bir araştırma imkanı da sağlamaz mı acaba?
Çünkü, her ne kadar roman kahramanları geçirdikleri abartılı entelektüel ataklarla zırtapozlukta tavan yapmış görünsede devrin Avrupasının aydınlanmacı, maddeci, bilimci iştihasıyla koşut bir yaşam ritmine sahip oldukları da söylenebilir. Demek gündelik hayatın içeriden yaşarkenki görünümüyle nesiller sonra mazi fiilli okunması aynı şey değil. Hani derim ki ünlü siyasi, edebi, tarihi kişilikler üzerine biyografi kaleme alanlarla tarihsel analiz yapanlar bu hususu göz ardı etmemeli kanımca da.
L.T.
5.0
100% (1)