1
Yorum
11
Beğeni
5,0
Puan
230
Okunma

Sabahın ilk ışığı, perdenin aralığından sızan soluk bir toz şeridiydi. O toz taneleri, havada asılı kalmış gibi dans ediyordu. Tıpkı ağzımdan dökülemeyen özürler gibi. Kalktım , yatağın yanındaki sandalyede, senin geçen sefer buluştuğumuzda üşüdüğün zaman giydiğin o ince hırka duruyordu. Dokundum, kumaş soğuktu. Senin sıcaklığın çoktan çekilmişti, geriye sadece ellerinin izi kalmıştı. İçimde bir şey burkuldu. Kendime sordum, yeniden, bininci kez: "Nasıl yaptım?" Cevap yoktu. Sadece dilimde dönüp duran, keskin bir taş gibi acıtan bir soruydu bu.
Mutfaktaki su ısıtıcısının sesi bile yalnızlığı büyütüyordu. Tıslaması, beyaz duvarlarda yankılanıp duruyordu. Bir fincan koymak için elime iki bardak aldım. Fark edip birini geri koydum. Boşluk, işte böyle sinsiydi. En sıradan ânın tam kalbine saplanıyordu. Kahvemi içerken pencereden dışarı baktım. Sokakta bir çift, gülüşerek yürüyordu. Adam, kadının üşüyen ellerini avuçlarında ısıtıyordu. Benim avuçlarım boştu. Ve içlerinde, seni kırdığım o anın yakıcı ateşi hâlâ duruyordu.
Pencerenin önünde duruyorum. Şehrin öte yakasından esen rüzgâr, yüzüme çarpıyor. Senin şehrin den mi esti bu rüzgâr? Bilmiyorum , ama her esinti, cebime bir taş daha koyuyor. Öyle ağır ki... Nefes almak bile zor geliyor. Seni kırdığım her kelime, şimdi beni taşlıyor.
Odam karanlık. Tek ışık, gardırobun kapaksız sütunundan sızan soluk bir aydınlık. Ayak sesim yok. Sessizlik öyle yoğun ki, kulaklarımda kalbimin çarpıntısı gürültü yapıyor. Keşke dün... Keşke o an... Keşke ağzımdan çıkan o keskin taşı, dilimin ucunda eritseydim. Ama yapmadım, seni kırdım işte. Ve şimdi bu gün, o anın kırık camlarında yürüyorum. Kanıyor ayaklarım.
Masanın üzerinde telefon. Ekranı kapalı. Karanlık bir ayna gibi. İçimdeki ses haykırıyor: "Ara onu! Sadece ’özür’ de! Duysun sesini!" Parmaklarım titriyor, dokunuyorum ekrana. Ama açamıyorum. Korkuyorum, korkuyorum ki ya sesim titrerse, o titreme içimdeki devasa pişmanlığın itirafı olacak. Ya "Geç artık!" derse? Ya o sesin soğukluğu, içimdeki son kırılmayı tamamlarsa? Telefon, bir mezar taşı gibi duruyordu karşımda Sessizdi benim gibi...
Yatağa uzandım tekrar. Boşluk sağ tarafımda bir uçurum gibi. Hep seni hayal ederdim orada. Saçlarının yastıktaki izi, nefesinin ritmi, uyurken çıkardığın o küçük mırıltı.. Ama ne tuhaftır, yokluğun en çok bu boş yarı yatakta vuruyor yüzüme. Çünkü asıl acı, yanımda olmayanın özlemi. Çok yakından bildiğim nefesinin sıcaklığına hasret çekmek... Senle yaşanılan bir evin hayalini kurup, o evin tuğlalarını kendi ellerimle kırmak...
Sonra tekrar kalkıp yataktan ,pencereye yaslandım. Şehir uyanıyordu , sokakta bir okul servisi durdu. İki küçük çocuk, gülerek koşuşuyorlardı. Gözlerim doldu. Bizim de çocuklarımız olacaktı. Belki mavi gözlü, belki senin gülüşünü taşıyan... Onlarla kahvaltı yapacağımız bir mutfak, pazar sabahları karıştıracağımız gazeteler, yağmurda birlikte izleyeceğimiz filmler... Yapamadığımız ev işte buydu. Sadece dört duvar değil; paylaşılan nefesler, dokunulan eller, sessiz anlaşmalar... Hepsi, bir anı gibi aktı gözümden , sanki o anı beraber yaşamışızcasına. Ve ardından biriken, kocaman bir "keşke".
En çok da seninle bir yaşam hayali kurduğum şimdileri özlüyorum. Telefonu açıyorum sonunda. Ekran aydınlanıyor. Senin numaran... Parmaklarım titreyerek yazıyorum:
"Özledim..."
Göndermiyorum. Siliyorum.
"Çok pişmanım..."
Siliyorum.
"Bir şans daha..."
Siliyorum.
Ekran yine kararıyor.
Çünkü biliyorum:
Özlemin en ağır hâli, gönderilemeyen mesajdır.
Pişmanlığın en keskin bıçağı, asla duyulmayan sestir.
Ve yapamadığımız evin en acı yarası...
Hiç açılmayan bir kapının zilini, her gün çalıyor olmamdır...
Çünkü pişmanlık, insanı tüketen bir ateş ve özlemek onun tek ilacı. Sakın unutma birtanem ben senin hasretinle yanarken, bir gün o ateşin küllerinden doğacak yuvanın hayaliyle yaşıyorum...
Özür dilerim dün incittim seni...
Ama bugün çok daha fazla seviyorum...
Çağdaş DURMAZ
5.0
100% (1)