0
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
134
Okunma

Hayatı bir sırt çantasına doldurulmuş taşlar gibiydi. Her taş, bir kayıp, bir hüsran, bir vedaydı. Omuzları çökmüş, bakışları hep yerde gezerdi. Dünya ona gri bir perdenin arkasından görünür gibiydi. Hayatı, bir kara suyun dibine çökmüş çakıl taşları gibi küçük, sert ve acılı anılardan örülmüştü. Yüzü, rüzgârın savurduğu kumlarla aşınmış bir kayaydı , gözlerinin derinliklerinde, sönmüş bir ateşin kül rengi ışıltısı vardı. Yürürken bile omuzları, görünmez bir yükün ağırlığıyla çökmüş dururdu. O gün de öyleydi. Düşüncelerinin girdabında, kasvetli bir sonbahar öğle sonrasında, şehrin ıssız kenar mahallelerinden birinde, ayaklarının altındaki toprak aniden kaydı. Bir çığlık bile atamadı. Soğuk, nemli bir karanlık yuttu onu. Sert bir darbe. Kemiklerinden kopan kuru bir çatırtı. Sağ bacağında dayanılmaz bir acı, sonrası hiçlik...
Düştüğünde bayılmıştı. Ne olduğu ve nerede olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Etrafına baktı , özenle örülmüş kayalar gökyüzüne kadar uzanıyordu. Nem kokusu genzini yakarken başını yukarı kaldırdı. Küçük oval bir delikten sızan gün ışığı gözlerini kamaştırdı. Hareket etmek istediği an , bacağındaki ağrı sızladı. İlk saatler, saf bir panik ve fiziksel ıstırapla geçti. Üç metre derinlikte, daracık bir taş kuyunun dibinde, çamura bulanmış, kırık bacağı korkunç bir açıyla bükülmüş haldeydi. Yukarıdan sızan soluk ışık, yosun tutmuş taşların rutubetli yüzeyini aydınlatıyordu sadece. Bağırdı ama sesini boğan, kuyunun kendi yankısından başkası değildi. Sokak sesleri uzak, anlamsız bir uğultuydu. Acı, bedenini kemiren vahşi bir yaratık gibi hareket etmesine müsaade etmiyordu. Her nefes alışında, kırık kemiklerin uçları birbirine sürtünüyor, yeni bir işkence dalgası yaratıyordu. Soğuk, kemiklerine işliyor; açlık ve susuzluk, zihnini bulandırıyordu. Ölümün soğuk nefesini ensesinde hissetti. Umutsuzluk, kuyunun karanlığından daha yoğundu.
İkinci günün ortalarında, garip bir şey oldu. Acı, azalmadı, ama dönüştü. Hayatta kalma içgüdüsü devreye girdi. Soğuk, bir tür uyuşturucu gibi yayıldı bedenine. Kırık bacaktan gelen keskin acılar dondu, bulanıklaştı, uzaklaştı. Onun yerine, hayatı boyunca taşıdığı, bastırdığı, sırtında yük olan diğer acılar kuyunun sessizliğinde yükselmeye başladı. Babasının küçümseyen bakışları, ilk aşkın onu bırakıp gidişi, okulu bıraktığı günün çaresizliği, dedesinin kaybıyla gelen tarifsiz boşluk, dost sandıklarının sırtından sapladığı bıçaklar... Bunların hepsi, kırık bacağın önüne geçti. Fiziksel acı, bedensel bir sınırlamaydı. Ama bu ruhsal acılar... Bunlar, varoluşunun dokusuna işlemiş, her nefesi zehirleyen, her anı gölgeleyen gerçek yaralardı. Kuyunun dibinde, kemik kırığından çok daha derin bir şeyin kırıldığını fark etti: İnancı. İnsana, hayata, adalete olan inancı. Bu kırık, kemiklerin birleşmesinden çok daha zor iyileşecekti.
Üçüncü gün , kuyu artık sadece taş ve topraktan ibaret bir çukur değildi. Bir tür zorunlu inziva odası, bir varoluş laboratuvarıydı. Dış dünyayla tüm bağı kopmuştu. Sadece kendisi ve kendi içindeki sonsuz karanlık vardı. Yalnızlık, somut bir varlık gibi sarıp sarmaladı onu. Konuşacak kimse yoktu. Kandıracak, rol yapacak kimse de yoktu. Maskeler düşmüştü. Yüzleşmek zorundaydı. Kendi karanlığıyla, korkularıyla, pişmanlıklarıyla, öfkesiyle baş başaydı. Kuyunun taş duvarları, hayatı boyunca kendi etrafına ördüğü duvarların bir yansımasıydı. Kendini hapsetmişti. Buradaki fiziksel hapis, ruhunun yıllardır içinde yaşadığı hapisten farksızdı. Kırık bacağın acısı tamamen silinmiş, yerini ruhunun kangren olmuş parçalarının verdiği içsel bir sızı bırakmıştı. Bu sızı, düşüncelerini berraklaştırıyordu. Kaçış yoktu. Peki, gerçekten yaşamış mıydı? Yoksa sadece acılarını taşıyan bir kabuk mu olmuştu bedeni ? Kuyunun karanlığında, içindeki karanlığın haritasını çıkarmaya başladı. Bu yüzleşme acı vericiydi, ama aynı zamanda tuhaf bir şekilde özgürleştiriciydi. Kendini ilk kez, tüm çıplaklığı ve kırılganlığıyla görüyordu. Kuyunun mutlak yalnızlığında, sessizlik çığ gibi artıyordu. Taş duvarlar, hayatının yankılarını geri püskürtüyordu.
Sonra kaçıncı gün olduğunu bile hatırlamadığı bir gün uzaktan sesler duydu. Bağrışmalar. Islak toprak kokusu. Sonra, kuyunun ağzında beliren bir yüz. Bir ip ile bir adam sallındı aşağıya. Adam kaç gündür buradasın diye sordu . Kısık bir sesle ’’En son hatırladığım üç gün ’’ diyebildi. Elleri, kollarına dolandı. Yerden koparılırcasına yukarı çekildi. Sarsıntılar, kırık bacağı yeniden hatırlattı, ama bu acı, artık uzaktan gelen bir sestendi. Gerçek acı başka yerdeydi. Sert gün ışığı gözlerini kamaştırdı. Etrafını sarmış yabancı yüzler vardı. Endişeli bakışlar. Sorular: "Nasılsın?", "Çok acıyor mu?", "Üç gündür oradaymışsın, inanamıyoruz!"...
Adamın dudakları kuru, çatlamıştı. Gözlerini, kendisini kurtarmaya çalışan insanların yüzlerinde gezdirdi. Onların gözlerinde endişe, merhamet, belki bir parça rahatlama vardı. Derin, içten gelen bir öksürük kopardı. Boğazını temizledi. Ses, kuyunun dibinden çıkan bir taşın tıkırtısı gibi kuru ve çatallı çıktı:
"Teşekkür ederim..."
Yere bırakıldı. Sırtüstü uzanırken, gökyüzünün engin maviliğine baktı. Bulutlar özgürce süzülüyordu. Kurtarıcılarının merhamet dolu, ama bir o kadar da yüzeysel bakışlarını gördü. Onun fiziksel kuyusundan kurtulduğunu sanıyorlardı. İçinde taşıdığı cehennemi, ruhunun dibine çöken o karanlık, dipsiz kuyuyu bilmiyorlardı. Bir an sustu. Derin bir nefes aldı. Sesinde, kuyunun dibinde keşfettiği o yeni, acı dolu bilgeliğin ağırlığı vardı. Gözlerini, en yakınında duran, ona ipi uzatan adamın gözlerinin içine dikti. Dudakları hafifçe titredi. Söylediği söz, bir çığlığın sessizliği, bir yakarışın sükûnetiydi:
"Asıl kuyu yaşadığınızı sandığınız dünya...Siz nasıl bir kuyuda yaşıyorsunuz bir bilseniz."
Sözler havada asılı kaldı. Endişeli yüzler dondu. Merhamet, yerini şaşkın bir boşluğa bıraktı. Adam, bir an, aşağıdaki karanlık boşluğa baktı. Sonra, gözlerini tekrar onlara çevirdi. İçindeki dipsiz karanlık, o mavi gökyüzünün altında bile, gözbebeklerinde soğuk bir yansıma gibi parlıyordu. Gün ışığı, üzerine düşüyordu ama içini ısıtamıyordu. Kurtarılmıştı. Ama kuyu, artık taştan değildi...Fiziksel kurtuluşu, içsel hapisliğinin yanında ne kadar küçüktü. Gerçek yolculuk, kuyunun dibinde başlamıştı. Yukarısı, sadece yeni bir kuyunun ağzıydı...
Ve ölüm denilen uyanış gerçekleşip bir başka kuyuya gömülene dek bu kuyuda yaşayacaktı...
Çağdaş DURMAZ