1
Yorum
5
Beğeni
5,0
Puan
248
Okunma
Zamanın geçme hızı bulunduğumuz yaşa göre değişiyor. Benim küçüklüğümde zaman ağır akarmış, sonradan anladım. Kendimden büyük insanlara çok bile yaşamış gözü ile bakardım. Hele yaşlı insanlar sanki çok eski devirlere aitlermiş de yanlışlıkla günümüze kadar kalmışlardı. Her ezan okunduğunda zannederdim ki onlardan biri daha ayrılacak aramızdan, akşam da gökteki yıldızı kayacak peşinden. Her an köyün imamı minareye çıkıp onlardan birinin salasını okuyabilirdi, mezarlıkta çocuklara helvaları dağıtılabilirdi. Onlar da dünyada unutulduklarını bildikleri halde ellerinde bastonlarıyla aramızda dolaşmaya devam ediyorlarmış da bu okunan sala ile foyaları ortaya çıkmış olmanın mahcubiyetini yaşıyorlardı sanki. Saçı sakalı ağarmış insanların rüya ve düşlerini de sayarsak kim bilir kaç yüzyıl yaşamışlardı bu dünyada. Oysa yaşlarını sorsak daha dün doğdum derlerdi. Şimdi ilerlemiş bir yaştayım, sorsalar daha bir gün yaşadım derim. Yaş ilerledikçe zamanın geçme hızı da değişiyor.
Köyde geçen çocukluğum süresince başka bir dünyada yaşamışım da haberim yokmuş. İlkokul yıllarımda annem bize şeker çuvalından okul çantası yapardı. Eskiyen yün çorapların yırtık yerlerini kesip gerisinden parmaksız eldivenler yapardı. O eldivenlerle kardan adam yapardık. Yaz aylarında ayağımızda kara lastik ayakkabı ile yaylada kuzu otlatırdık. Dünyayı yaşadığımız köy, zamanı da çocukluk yıllarından ibaret bilirdik. Etrafımızdaki mukoza içinde mutlu mesut yaşardık, bu mukozada yıldızlara isimler koyardık, onlar yalnız bize aitti. Köyde şehirler bize çok uzaktı, sanki sırtımızı dönünce aynadaki o düşsel şehirler de düşüp oracıkta tuz buz olacaktı. Baharda koyunlarımız doğum yaptığında sabaha kadar başlarında beklerdik. Doğan her kuzuya isim takmak için yarışırdık. Ahırda gaz lambası ışığında oturup babamın anlattığı cin peri masallarını dinlerdik.
Çocukluk günlerimde gelecekle ilgili ne düşünüyordum bilemiyorum. Mutlaka kafamda geleceğe dair hayaller vardı, belki de gün gelecek, bilinmeyen bir dünyaya uçar giderim demiştim. Bir gün bindiğim şehirlerarası otobüs beni alıp uzaklara götürdü, sabah seyyar satıcıların sesiyle büyük bir otogarda uyandım. Üniversite okuduğum yıllarda başka dünyaların farkına vardım. O dünyaları yaşamak için çok geç kalmıştım. Hafta sonları, ders araları gibi bütün boşlukları değerlendirmek istiyordum. Okulda bazen koridorun dibinde bir kapının ardından piyano sesi gelirdi. Kapıya yaslanıp uzun uzun dinlerdim. O anda gözümde eski zaman biter yepyeni bir zaman başlardı. Öncesi eski devirdi kardeşlerimi anne babamı hatırlatacak olan anılardan ibaret olan eski bir devir.
Zaman hızlı geçer, insan da o arada değişir. Kimi değişime ayak uydurur kimi de çok zorlanır. Bu hal geleneksel toplumlarda kültürel bir şizofrenidir. Ne doğulu ne de batılı olamıyorsun. Ben de geçmiş ile gelecek arasında bir yerde duruyordum, keskin bir sırt üzerinde. Öyle bir sırt ki büyük iki nehrin su bölümü çizgisi gibi bir adım diğer tarafa yürüsen bambaşka bir nehrin havzasına düşersin, onun seline kapılıp başka dünyalara gidersin. Topkapı’da şehirlerarası otobüs terminalinde muavinlerin bağrışma sesleri ile ekşi kokulu bir otobüste uyandığımda yüzümü ışıklı geleceğe çevirmiş sırtımı eski zamana dönmüştüm. Uyandığım anda eski devir karardı, benimle gelecek aydınlandı.
Eski zaman karanlık olacaktı tabi. Çünkü küçük kardeşim kız olduğu için okutulmamıştı. Evet kız kardeşim Zozan’ın hiç okul hayatı olmamıştır. Köyde kadınlar okuma yazma bilmezdi. Onların hikayesini başkaları yazardı. Örneğin doktora gittiklerinde dertlerini kocaları ya da babaları anlatırdı. Onlar ağızlarını beyaz tülbentle kapatıp geride dururdu.
Köye son zamanlarda telefon gelmişti. Telefon üzerindeki dantel ile muhtarın misafir odasını süslerdi, çocuğu gurbette olanlar akşam sıraya girerdi. Muhtarın lotu oğlu ölmemek için ayak direten yaşlıların şeytanın atı dediği o yüzden başımıza taş yağacak dediği bir bisiklet getirdi köye. Tam o zamanda şehirde alışılmış yapının dışında yani tarım ve hayvancılığın dışında ayrı bir dünya yaşanıyordu, uzun bir süre bunu yadırgamıştım. Şehirde milyonlarca insan çalışıyordu ama kimse koyun sağamaz kimse tırpan çekemezdi. Metropolde sanki büyük bütçeli bir sinema filmi gösterime girmişti. Sanki bir rüyada yaşıyormuşuz da birden lambaları yakacaklar salon aydınlanacak herkes uyanacak bir bakacağız ortada ne sağılmış süt ne de dövülmüş bulgur kalmamış. İşte o gün herkes çılgınlar gibi yollara düşecek doğdukları köye geri dönecek. Ciddi ciddi bunu bekliyordum.
Dün yaşadıklarımla bugün yaşadıklarım arasında uçurum var. Anne babam ve çocukluğum uçurumun diğer ucunda kalmış ve durmadan uzaklaşıyorlar. Keşke o tatlı rüyadan hiç uyanmasaydım kardeşlerimle beraber hep o avluda oyun oynamaya devam etseydim. Yıldızların isimlerini yine biz koysaydık. Kısacık ömrüme çok şey sığdırdım. Hüner ne benim ne de benim kuşağın değildi. Zaman değişti çok şey gördüm, çok şey yaşadım. Benden önceki kuşaklar da belki aynı süreçleri yaşadı. Belki onlarda benim hissettiklerimi hissetti, onlar da çok şey gördü çok şey yaşadı. Varlıklarını bastonlarının tıkırtısından hatırladığımız yaşlılar muhtemelen benim gibiydi. Onların da bilinci yaralıydı. Belki onlar da benim geçtiğim yollardan geçmişlerdi. Onun için istediğimiz halde onlar köşe bucak saklanarak, belki hekim hekim dolaşarak ölmek istemiyorlardı.
Gözlerimi kapatıp kulağıma çalınan zamanın o eskiyi çağrıştıran histerik çınlamasını dinliyorum. Hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor. Geçen zamanın değirmen misali beni öğütmesini fazla mı takıyorum acaba. Bazen keşke halk eğitim merkezleri bağlama kursu, dikiş nakış kursu açar gibi duyarsızlaştırma kursu da açsa iyi olurdu diyorum. Hemen gider adımı yazdırırdım. Olup biteni görmezden gelmek, yere tükürmek, burnumu karıştırmak ne güzel olurdu kimsenin ne diyeceğine aldırmadan. Empati yapmadan yaşamak ne güzel olurdu. Zamanın geçişini anlamadan yaşamak ne kadar güzel olurdu.
Ne köyde küçük bir çocuk olarak kaldım. Ne de sinema salonunda ışıklar yanınca uyanan o kentli genç olabildim. Ne doğulu ne de batılı, iki dünya arasında sıkışıp kaldım. Annemle konuşmak için muhtarın telefonunu aradığımda duyduğum boyutlar arası cızırtıların zihnimde başlattığı şizofreni hala devam ediyor. Bazen kendimle bazen geçen zamanla didişip duruyorum. Bence bu didişme ölünceye kadar sürecek. İmamın benim için okuyacağı sala ile ancak rahata ererim. Yılkı atları gibi öylece kalakaldım şehirlerin çevre yollarının dışında, tarla sınırlarındaki söğütlüklerde. Kurtulmak için imamın okuyacağı salayı beklemenin dışında ne yapabilirsin. Yaralı atları vururlar da insanı ne yapacaksın. İşin kötüsü yalnız da değilim. Benim gibi çok adam tanıdım böyle huzursuz böyle yarım hikâyesi olan.
Dünyanın yetiştiğim ve yetişemediğim bütün dertlerini yüklendim, yağmurda su çekmiş çoban keçesi gibi. Sırtımdaki yük siyetikli dizlerime ağır geliyor. Oysa her şeye yetişmek istiyorum. Daha olabilecek ne kadar değişim varsa hepsini peşinen görmek istiyorum. Şehre yeni bir otobüs terminali yapılıyormuş. Semtimize demir yolu geliyor, şantiyesi kurulmuş, üniversitenin yamacında tren istasyonumuz olacak. Belediye bir zamanların kudretli beyi Hacı Süleyman’ın metruk cırcır fabrikasını söküyormuş. Torunları zabıtaya saldırıp dedemizin hatırasıdır diyormuş. Daha çok yaşamak istiyorum, daha çok şey görmek istiyorum, yoksa gözlerim açık giderim. Şimdi anlıyorum duvar diplerine oturmuş, imamın okuduğu salayı duymazdan gelen, ölmek istemeyen yaşlıların durumunu. O yaşlıların hastane hastane dolaşarak ömrünü uzatma çabasını yeni yeni anlıyorum. Yaşım ilerledikçe ben de okunan salayı duymak istemiyorum. Akşam takma dişlerimi su bardağına koyuyorum. Odam merhem kokuyor. Saçım sakalım ağardı. Her şeye rağmen ömrümü uzatmak için yaşama dört elle sarılmışım.
Ne geçmişteyim ne gelecekte. Geride kalmadığımı göstermek için geleceğe dair afilli laflar ediyorum, bir şeyler yazıyorum çok mu. Orda burda şiirler okuyup yazıyorum, daha doğrusu dökülen yerlerimi tamir etmeye çalışıyorum. Benden düşen tuğlaların yerine şiirler sıkıştırıyorum. Zamanı yavaşlatma adına yalnız kalmama adına hikayeler uyduruyorum. Yazdıklarımı başkalarına okutmakla bu hayatta benim de tutunduğum çalı çırpılar vardır demeye getiriyorum. Bakın diyorum halen aranızda umarsız dört dörtlük yaşıyorum diyorum.
Mustafa Alagöz
5.0
100% (1)