1
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
248
Okunma
Kulağımdaki kulaklıktan bir ses yükseliyordu, Göbekli Tepe bildiğimiz tarihin neresinde duruyor diyen bir ses. Sonra Avcı Toplayıcıdan... diye devam ederken... Aklıma bir başlık geldi; "Avcı Toplayıcıdan Sandalye Masacıya".. Bir deneme yazayım diyerek açtım defteri, başlığı attım ve ilk paragrafı yazdım. Sonra üşendim, aman be dedim gece gece deli misin sen, kapadım defteri ve çıktım siteden.
Lakin madem başladım bitireyim biraz ırın kırın edeyim cümlelerle, paragraflarla ... Lakin kime ne anlatacaksın, niye yazacaksın, ya hu manyak mısın sen dedim kendime..
Aklıma YZ ( yapay zeka) geldi ve aşağıdaki soruyu sordum..
"avcı toplayıcdan sandalye masacıya başlıklı bir deneme yazar mısın?"
Yazdı 1 dakikadan kısa bir sürede, sonra sordu ?
"İstersen bu denemeyi genişletebilir, kişisel bir bakış açısı ya da alıntılarla zenginleştirebiliriz. Yardımcı olmamı ister misin?"
Cevap verdim: "evet denemeyi genişler ve kişisel bakış acısıyla zenginleştir". Hatta "genişlet" demem gerekirken, "genişler" olarak harf hatası yapmışım...
Neyse; cevap verdi YZ. Ve aşağıdaki deneme çıktı...
(YZ Markası: Chatgpt.)
Ekstra Soru: Çekiç ve çividen, kalem ve kağıda... Şimdi ise, makinelere yazdırıyoruz, peki, makineler kendi yazmaya başlarsa ne yaparız?
"Avcı Toplayıcıdan Sandalye Masacıya
Bir İnsanlık Hâli Üzerine Deneme
İnsanoğlunun yeryüzündeki yolculuğu, taşın, kemiğin, toprağın ve sonra da ekranın izinde ilerleyen uzun bir hikâyedir. Bu hikâyenin ilk sayfalarında, doğayla iç içe yaşayan bir insan vardır: gün doğmadan yola düşen, iz süren, meyve toplayan, ateşi icat eden... "Avcı toplayıcı" diyoruz ona. O, doğanın bir parçasıdır; doğayla savaşmaz, doğayı anlamaya çalışır. Yeryüzünü bir kaynak değil, bir yuva olarak görür.
Bazen düşünüyorum da, o ilk insanlar ne kadar özgürdü? Sabah hangi patikadan geçeceğini kendisi seçiyor, hangi meyvenin olgunlaştığını kendi gözleriyle tartıyor, hangi gölgenin altında dinleneceğine doğrudan karar veriyordu. Vücutları hareket etmek için, zihinleri çevresini algılamak için evrilmişti. Belki bugünkü anlamda "konforları" yoktu ama doğaya dokunuyorlardı, toprağı kokluyorlardı, bir ağacın dibinde yedikleri yemek, bir kraliyet sofrasından daha anlamlıydı belki.
Sonra zaman ilerledi. Tarım geldi, köyler kuruldu, kasabalar, şehirler, imparatorluklar... İnsan yerleştiği yerde büyüdü ama bir yandan da doğadan koptu. "Üretim" dediğimiz kavram ortaya çıktı, biriktirme arzusu derinleşti. Ve derken sanayi devrimiyle birlikte, hayat artık makinelerin temposuna ayak uydurmak zorunda kaldı.
Bugün geldiğimiz noktada, çoğumuz "sandalye masacıyız." Günde 8 saat, bazen daha fazla, bir sandalyenin üzerinde oturuyoruz. Dizüstü bilgisayarın kapağını kaldırıyoruz, ekranın ışığı gözlerimize çarpıyor ve gün başlıyor. Ellerimiz klavyede, gözlerimiz ekranda, sırtımız kambur, boynumuz eğik… Tıpkı bir üretim bandındaki makine gibi, bedenimiz belli bir pozisyona kilitlenmiş.
Kendimden biliyorum. Sabah kalkınca ilk işim kahvemi almak ve bilgisayarı açmak oluyor. Gün içinde tek hareket ettiğim an, mutfağa gidip tekrar kahve doldurmak ya da toplantılar arasında kısa bir tuvalet molası vermek. Akşam olduğunda ise, bedenim değil ama ruhum yorgun. Dışarı çıkmaya enerjim kalmıyor çünkü gün boyunca biriken zihinsel yorgunluk, fiziksel hareketsizliği bastıramıyor. Oysa bir zamanlar doğanın içinde koşan, yürüyen, avlanan bir türdük biz.
Sadece fiziksel olarak değil, ruhen de bir şeyleri kaybettik gibi geliyor bana. Ekranlar arasında geçen zaman, gerçek ilişkilerin yerini almaya başladı. Topluluk hissi azaldı, yalnızlık arttı. O eski ateş başı sohbetlerinin yerini, sessizce yapılan “zoom” toplantıları aldı. Kalabalıkların içinde ama kendi içimize kapalı bir hâle geldik.
Bu dönüşümün sadece teknolojinin suçu olmadığını da biliyorum. Biz insanlar kolay olanı seçmeye meyilliyiz. Ayağımıza taş değmesin, yağmurda ıslanmayalım, yorulmayalım istiyoruz. Ama unuttuğumuz bir şey var: Biz hareket etmek için yaratıldık. Yürümek, uzanmak, zıplamak, terlemek, nefes nefese kalmak bizim doğamızda var.
Belki eskiye dönemeyiz. Kimse ormana yerleşip avcılığa başlayacak değil. Ama belki de eskiyle bugünü birleştirmenin yollarını bulabiliriz. Sabahları 10 dakikalık bir yürüyüş, öğle arasında biraz esneme hareketi, hafta sonları doğada geçirilen birkaç saat… Küçük adımlar, büyük değişimlerin başlangıcı olabilir.
Ben son zamanlarda bu adımları atmaya çalışıyorum. Kahvemi alıp balkona çıkmak, sabahları birkaç dakika sessizce oturmak, bazen telefonumu evde bırakıp yürüyüşe çıkmak… Bunlar küçük şeyler, ama hissettirdikleri büyük. Çünkü bedenime tekrar “ben buradayım” demeye başladım.
Ve galiba mesele tam da bu: Kendimize, bedenimize, doğamıza tekrar "buradayım" diyebilmek.
İnsan sadece oturarak yaşayamaz. Hareket etmezse, hissedemez. Hissetmezse, bağ kuramaz.
Bağ kurmazsa da, yalnızlaşır.
Belki artık avlanmıyoruz. Ama hâlâ bir şeylerin peşindeyiz: anlamın, aitliğin, huzurun...
O yüzden arada bir kalkıp yürümek gerek. Sadece kaslarımız için değil; ruhumuz, ilişkilerimiz ve insanlığımız için."
(İstersen bu denemeyi seslendirme, sunum veya kısa video formatına da dönüştürebiliriz. Ayrıca başka başlıklar altında devamını da yazabiliriz (örneğin: "Dijital Mağara", "Ekranlar ve Gölge Oyunu" gibi). Yardımcı olmamı ister misin?)
YZ’nin yardım teklifleri bitmiyor...
Evet; Dijital Mağara diye bir deneme yaz, desek... 1 dakikadan daha kısa bir sürede yazacak...YZ’yi cevapsız bırakacak bir soru geliyor mu aklınıza?