13
Yorum
26
Beğeni
0,0
Puan
575
Okunma

Zil çalıyor, açıyorum. Mistır beş on iş arkadaşıyla sırıta sırıta giriyor içeri...Ömrü billah bütün arkadaşlarını bir araya toplasak bu kadar adam etmez. Kapı ağzında birkaç kişiyi takdim ettikten sonra tokalaşıyoruz. Birkaç hödük de Alaska’nın soğuğundan donmuş kütük gibi transit oturma odasına geçiyor hemen. Peşlerinden gidip selam verim mi vermiyim mi kararsızlığıyla mutfağa geçiyorum. Benim eskiden beri huyumdur, kalabalık ortamlarda; bu gelenekçi köklü ritüellerimizin tanışma fasıllarında, birilerini ayakta görür görmez selamlaştık selamlaştık yoksa hayatta bi daha selamlaşıp hãl hatır sormam. Aklınıza kötü şeyler gelmesin, bunun başlıca sebebi birincisi çekingen olmam, ikincisi de insanların saçma sapan sorular sorma huylarıdır.
Teyzemi görmeye gittiğimde, hasta ziyaretine gelenlerin haddi hesabı yoktu. Ev her gün dolup taşıyordu. Yakın aile dostlarımız gece on ikilere birlere kadar oturup lak lak ederken, zaman zaman da güle güle çene çalarken, yatak odasında yarı ölü yarı baygın vaziyette gözlerini tavana dikmiş olan teyzemin yanına ilk fırsatta kapağı atar ve kılımı kıpırdatmadan sessizce karşısındaki tekli berjere geçer otururdum. Hiç ara vermeden, daldan dala atlanan bu yersiz ve gereksiz muhabbetlerin curcunasında, teyzem o sancılı halde ruhuyla can çekişirken; gürültülerin koptuğu misafir odasına gidip küfürleri basmamak ve suratlarına tükürüp bi şamar patlatmamak için zor tutardım kendimi...Teyzem’in her seferinde "Abla ben kimseyi görmek istemiyorum! Bunlar niye evine gitmiyor!?" lafı ise aklımdan hiç çıkmıyor.
İçimizde en güzel resti çekip, tavrını koyan Eylo’ydu. Eylo işten geldiği her akşam bu kalabalıktan sıyrılmanın bir yolunu bulur ve o tekli koltuğu kimseye kaptırmamak için saatlerce işgal edip benim gibi sessizce kıçını devirip otururdu. Fate de çok bunaldığı zamanlar teyzemin yanına gider uzanır, anne rahmine kıvrılır gibi iyice ona sokulurdu.
...
Bu mahalle bizim mahalle değil...sanki Vietnam’daki Mekong Deltası’ndayız. Çamurlu su yerleri foşur foşur silip süpürüyor. Burda yürümek için dize kadar gelen yağmur çizmelerini giymek gerek. Cano da oraya gitti, her gün video paylaşıyor şimdi dün bu saatlerde kanoya binmişlerdi, o bulanık sularda, uzun çalıların arasında bile yoğun trafik görünüyor. Bizim turistler halinden memnun, ben de layklayıp duruyorum burdan iç geçire geçire...Kıskançlıktan çatlayıp patlamıyorsak Hiroşima’ya olan saygımızdan!..
...
Eylo beni ziyarete geliyor. Bu kızın boyu zaten yeterince kısa, boyunu geçkin bu suda yüzmeden nasıl geçti acaba karşı kıyıya? Bi kanomuz, teknemiz de yok ki gidip kızı evden alalım. Burdaki evler de küçük baraka gibi ahşaptan, onları su seviyesinin üstünde tutup köprü görevini üstlenen keresteden bacakları da var. Oturduğumuz yerin Kamboçya’nın Tonle Sap Gölü’nü andırması ise bizde hiç şaşkınlık uyandırmışa benzemiyor. Halimize bakılırsa bu yaşamı da benimsemişiz ve kabullenmişiz gibi görünüyoruz.
Eylo gelip sarılıyor boynuma ve sonra dudaklarıma yapışıp beni üç dört kez öpüyor ıslak ıslak...Garipsiyorum bu durumu biraz ama "olabilir" deyip normalleştirdiğim bir reaksiyonla ne irkiliyorum, ne de kendimi geri çekiyorum. Ne var yani? Ha yanak, ha dudak! Benim çok ileri görüşlü ve anlayışlı olduğumu bildiği için, buna da anormal tepkiler vermeyeceğimi bildiğinden böyle rahat ve cool bir şekilde; erkek arkadaşıyla yapacağı bu çaylak ve acemi evrenin ilk provalarını önce benimle deneyimlemek istemiş anlaşılan. Ben zaten deneme tahtasıyım anasını satim! Gelin, bastırılmış her duygunuzu üstümde deneyip tepinin. Olmadı bir de yüksek ısılı bir havya tutuşturim elinize bütün fantazilerinizi derime lehimleyin olsun bitsin nedir ki yani!..
Eylo kapıdan girdikten sonra bir uzaylının bir arkadaşımızı kaçırdığını ve şimdi de gözünü bize diktiğini fark ediyorum. Daracık koridordan geçip Eylo’yla hemen mutfağa kapaklanıyoruz. Kapıyı ’şaakkk!’ diye kapatınca koyu gri renkli dijital bulaşık makinesinin, oldukça güzel dizayn edilmiş dokunmatik ekranlı kapağının da kapının arka yüzüne monte edildiğini görüyorum. Eylo’yu makinenin içine -zaten ufak tefek sıska bi şey- kendimi de kapı ağzında duran uzun bir dolabın çamaşır sepeti bölümüne saklamayı düşünüyorum. Açıyorum hatta, şöyle göz ucuyla bir çapını ölçüyorum içine sığar mıyım diye...Bizim uzaylı anlamayacağımız bir dille konuşup homurdanarak kapıyı zorluyor. Bitmedi bu yaratıklarla olan savaşım! Halbuki ben de uzaylıyım, medeni bir şekilde el sıkışıp sorunlarımızı kaba kuvvete başvurmadan da çözebilirdik pekãlã...Yüreğimi ağzıma getirmeseydin seninle zıplaya zıplaya güle oynaya el ele çıkardık moruk ayıpsın!..
...
Artık teyzem de yok! Herkes çil yavrusu gibi dağılıp gitti evine...Birbirimizden ayrı gayrı paramparça, yasımızı tutmaya devam ediyoruz. Ben yine şanslı sayılırım. Allah’tan kimse taziyeme gelmedi de, teyzemi orda gömerlerken benim de burda nasıl üstümü toprakla örttüğümü görmediler. Gelselerdi helva yerine bir avuç toprak avuçlarına döker yedirirdim. Bunda üzülecek bi şey yok! Benim içim kan ağlarken, insanların hiçbir şey olmamış gibi karşıma geçip "başın sağolsun!" demelerindense gelmemelerini yeğlerim. O yüzden ben de çok beceremem acılı birini teselli etmesini, ne kendimi ne bir başkasını...Ama içimde faylar kırılır, nutkum tutulur, ölülerimiz aklıma gelir yine başa döner yasımı tekrar baştan tutarım. Bazen bu ağrılı süreç hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor. Teyzem sanki hãlã yaşıyor, Yusuf da zaten biri "Yusuf!" deyince; içimde senelerce patlamayı kollayan bir volkan gibi aniden aktifleşip dünyaya püskürmeyi bekliyor.
...
Misafir odasının kapısını açınca yabancı bir grupla daha karşılaşmış olmanın derin mahcubiyeti içerisindeyim. Sanki kendi evime hırsız gibi girmişim ya da ben onların evine çatkapı gidip rahatsız etmişim gibi huzursuzum. "Pardon!" diyorum "siz de mi burdaydınız?" Mecburen tokalaşıp selam veriyorum. Damdan düşen bu beylerin erkek olmaları dışında; bu topluluğu oturma odasındakilerden ayıracak başka hiçbir belirleyici sıfat tamlamaları ya da sahip olabilecekleri seçkin bir özellikleri gözüme çarpmıyor ilk etapta. Muhtemelen topla, getir götür işlerini yaparken, mümkün mertebe ayak altında fazla dolaşmayacak ve gözlerine görünmeyeceğim. Tanımadığım bu adamlar hurraaa geldiklerine göre, ya bir futbol maçı vardır ya da birkaç kadeh içmeye gelmişlerdir. Aklınız bende kalmasın! Yüksek toksin maruziyeti yüzünden bunun hesabını bizim Mistıra herkes zil zurna evine dağıldıktan sonra uygun bir dille sorarım. Onlar kuş beyinleriyle karaciğer hasar tespit bile yapamazken, ben bağırsak disbiyozu ve azalan mide asidime karşın, probiyotik ve prebiyotiklerle bağırsak florasını enginar, kereviz ve lahanayla bol bol çimlendirip, güya koltuğa yaylana yaylana pembe bir dizi seyredip keyif çatacaktım.
Plan iptal! Evde ikram edecek bir şey de yok, "gidim bari bir çay suyu koyim ocağa" diyorum ama evde içme suyu da kalmamış. Musluk suyuyla yapsam hoşaf gibi olur. Hoş onlara da müstahaktır! Pazar günü ne güzel yan gelip yatacak, keyif çatacakken, erkek hegomanyasında tahtımı erk’lere kaptırmış olmanın derin üzüntüsü içindeyim. Boyun devrilsin Abuzer! Tabi mistıra bir şey söylemeden, çaktırmadan dışarı çıkıyorum. Niyetim bi yerden bir bidon su bulup getirmek. Bugün pazar, dükkanlar kapalı...zıkkımınız olmasın ha! Memlekette olsaydık her yamaçta bir çeşme git doldur getir. Ben size bu saatte suyu nerden bulup getirim agalar?
Meryem’e yolda rastlıyorum, evine davet ediyor "hay hay!" deyip içeri giriyorum. Bana evini gezdiriyor, bu eve daha önce geldiğimi hatırlamıyorum. Köşelerde kartonlar üst üste dizilmiş, Meryem de demek ki yeni taşınmış. Bahçeli müstakil evin büyüklüğüne, ferahlığına heyran heyran bakarken, evden ne maksatla çıktığımı da unutuyorum. Hemen merdiven boşluğunun altında, çift geniş kanatlı boydan yere kadar uzanan camların önünde; yuvarlak daire biçimindeki boş bir alanı işaret parmağıyla gösteriyor Meryem:
"Bak burası da kafa dinleme köşesi olacak. Ahşaptan büyük bir sedire, renk renk minderlerle birkaç kırlent dizip, bir köşeye de boydan boya bir kitaplık yaptıracağım. Birkaç mumluk ve egzotik ışıklandırmayla güzel bir ambiyans yakalamak istiyorum ne dersin? Arada gelirsin sen de, kitap okuruz beraber."
Meryem’in kitap okuma alışkanlığı hiç yoktur. Bu otantik köşe ve hayalini kurduğu bu dev kitaplık muhtemelen kocasının olacak. Nihat’ın bodrum katında bir duvardan bir duvara; kitapların ağırlığını artık kaldıramadığını gözler önüne serip, ’carttt!’ deyip orta yerinden kırılmamak için siyatik bacaklarını yanlamasına uzatan emektar bir dolabı zaten var. Meryem her gün buraya makinaya çamaşır atıp silkelemek için ya da buzluktan bi şeyler çıkarmak için birkaç kez iner de; bir kitabı göz ucuyla da olsa şöyle bir merak edip sayfalarını karıştırmak aklına gelmez.
"Nihat bunların hepsini okudu mu?"
-Bilmem okumuştur heralde, çok sever benim ev arkadaşım inzivaya çekilmeyi! Ne zevk alıyorsa artık!"
"Niye öyle söylüyosun? Ben de çok severim! Kızım sen hiç okumuyo musun? Hiç mi merak etmiyosun?"
-Merak edecek daha mühim işlerim var benim! Bizim arkadaş da onları hiç merak etmez!"
Yarı üstü çıplak Nihat’la karşılaşıyorum. Adamı anadan doğma üryan görmüşüm gibi kafamı yana çeviriyorum. Nihat’da bir dirhem desen yağ yok, spora gittiği baklava desenli six pack’lerinden anlaşılıyor. Arkam dönük vaziyette selamlaşarak "nasılsın?" diye soracağım da kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Gülmemek için zor tutuyorum kendimi. Utanması gereken ve çıplak olan sanki benmişim gibi...
"Nasılsın Nihat?"
-İyiyim teşekkürler, sen nasılsın?"
"Ben de iyiyim sağol! Sen bu kitapların hepsini okudun mu ya?"
-Bilmem, çoğunu okumuşumdur heralde, hatırlamıyorum.
"Oğlum dolap çökmek üzere lan! Bir kısmını bana ver de bari yükü hafiflesin!"
-Kitaplarımı ödünç de olsa kimseye vermiyorum.
"Haklısın ben olsam ben de vermezdim."
-Ama sen yabancı değilsin. Beğendiğin varsa al oku ama mutlaka geri getir!
Turgut Uyar der ki; "Altını çizdiğim bir kitabı birine verirken çekinirim. Sanki yaralarımı teslim ediyormuş gibi, sanki “bak benim buralarım çok ağrıyor” der gibi..."
...
İnsan bazen köşeye fena sıkışır ya Muzo, iki ara bi derede; nereye gideceğini şaşırıp, selameti için hangi istikametin hayırlısı olacağı konusunda doğru yönünü bulmakta zorlanır ya hani...Rüyalarımda da hep öyle oluyor işte. İki yol ayrımında kıstırılıp kalıyorum. İnsan uyandıktan sonra farkına varıyor, işlek beyninin bu yoğun trafiğinin...
Berlin’deki kuzenlerim Ato ile Gülo’ya postalamak üzere iki ayrı paket hazırlıyorum. Ato’ya kırmızı fiyonkla süslenmiş bir saat kutusu ve yanında da birer demet nane, maydonoz yeşilliği koyuyorum, mis gibi çok güzel kokuyorlar. Gülo’ya sadece yeşillik hazırlamışım, ona ekstra bir hediye alma gereği duymamışım. Üstelik onun naneleri sararmış da biraz..."Yok ya!" Diyorum, "ayıp şimdi kıza bu çürümüş otları mı gönderim?" Ayıklıyorum sararıp beti benzi atmış olanları...Aynada kendimle karşılaşıyorum. Ablacım bu ne hãl ya? Sen de sararıp solmuşsun. Eylülün çürük elması gibi dalından düşmüşsün. Ablaaa! İntroyu atla be yahuuu! Esas konuya gel!..
..
Çok önemli bir mektubu bekliyorum ve bu mektup da sanki doğu ekspresinin son seferiyle, sanki çoook uzak bi diyardan -muz cumhuriyetinden falan- gelecekmiş gibi ben de tren istasyonuna gidiyorum. Yanımda Ati de var ama biz de bi vagonun içinde hareket halindeyiz. Bazı taahhütlü mektupların tren raylarına yan yana dizilmiş vaziyette olduğunu farkediyorum. Anladığım kadarıyla yolcular da geçerken; sanki hava alanındaki bagaj bandından, barkodları otomatik okunup döne döne duran bavullarını teslim alır gibi aynı o sistemle mektuplarını alıp gidiyorlar.
Ati’ye diyorum ki "tren bu istasyonda beş on dakika durup mola verecek, gel biz de inip şu mektuplara bi bakalım hele gelmiş mi?"
Ati de "tamam!" diyor iniyoruz. Çift kanatlı kapıdan atlayıp dağılıyoruz istasyonun her iki ucuna. Ati soldan, ben sağdan. Tek tek mektupları elime alıp isimleri okuyorum. "Bu değil!" diyorum, "bu da değil!" Yana yakıla, kan ter içinde bi mektuptur tutturmuş gidiyorum. Ati’yi de peşimden sürükleyip kurguma alet etmişim gıkı çıkmıyor çocuğun. Beş dakika geçiyor, sıçtığımın mektubu desen yok piyasada! Bir gözüm de trende " inşallah kaçırmayız!" diyorum içimden. Ati’yi daha uğurlayacağım havaalanından, benim yüzümden uçağını da kaçıracak çocuk.
Ama bu yaptığımızı da sakın yabana atmayasın ha! Heeeey! Kime anlatıyorum iki saattir ben ya! Sağır mısın? Çok tehlikeli tekin bi şey yapıyoruz diyorum sana bakmasana öyle aval aval? Mal mısın oğlum sen! Gelsene yardım et! Tut çıkar bizi bu girdaptan!
Ha trenlerin önüne bile isteye atlayıp intihar etmişsin, ha bir hasmın arkadan itmiş, ha biri çarpmış, ha ayağın kayıp düşmüş, demirlere sıkışıp kalmışsın hiçbir önemi yok yani bütün bunların, aynı kapıya çıkıyor neticede. Öyle de böyle de bağırsaklarını bi güzel presten geçirip, nanemolla o nahoş püresini yolcuların üstüne sıçratacak mı bu çarklı? Sıçratacak!
Hesapta benden başka da mektup arayan bi zırdeli var mı burda dersin? Yok Muzo! Ne gezer? Tren raylarında boş boş dönüp duruyor hãlã sahipsiz mektuplar.
Hem çift yönlü hareket halindeki trenlerin altında ezilmemek, hem de treni kaçırmamak adına sarfettiğimiz adrenalini yüksek bu üstün performansımıza bakılacak olursa; aksiyon filmlerini hiç de aratmayız gibi gözüküyor. Hatta oskarlık dublör oyuncularız bana sorarsan. Gülme lan, ciddiyim bak!
Bi şey söylim mi? Bizi kayıt altına alsalardı izlenme rekorlarını kırmıştık çoktan ha! Ne dersin Muzo?
Aman aman! Sen bi şey deme Muzo! Allah muhafaza kelimeler diline miline dolanır altında kalırsın sebebi ben olurum sonra... Aman diyim ha! Boşver bi şey deme sen!
...
Otobanda trafiği tıkayan uzunca bir tır konvoyu oluşmuş, önümüzdeki truck aniden fren yapıyor. Hemen arkasındaki bizim rallici Abuzer de otobüs sürüyor. Benim kopilotluk navigatörlüğüme güvenerek, aradaki elli metrelik hassas mesafeyi koruma tahammülünü hiçe sayıp, öndeki Lkw de duraksayacak gibi olunca; son anda direksiyonu kırıp sol acil şeritten hiç hızını düşürmeden basıp geçiyor. Ben gözlerimi kapatıyorum, sanki beni füzeye koyup maymun gibi uzaya fırlatmışlar. Fırlatın lan beni! Valla fırlatın, siz fırlatmazsanız adam değilsiniz zaten...Kafaya koydum Muzo, ben uzay araştırma enstitüsüne bizzat gidip gönüllü kobay şempanze olarak yazılmayı düşünüyorum. Lakabımı da "Tante Deyzi" mi takarlar dürzü Deyzi mi bilemiyorum artık..
...
Okuduğum kitabı açıp bakıyorum, ne kadar çok çizmişim, hem de oklarla, sarı mavi de değil üstelik cırtlak pespembe bir pelikanla delik deşik etmişim cümleleri. Karşı şeritten gelip geçen satırlar, sellektörleri yakıp yakıp söndürüyorlar gözüme...
"Dikkatli sür Deyzi...ilerde yara(lı)lar var!"
m.g