0
Yorum
7
Beğeni
5,0
Puan
147
Okunma
Karın Altında Bir Yol
Aşağı Cambaz, 1990’lar — Gerçek bir yaşam öyküsünden esinlenmiştir.
Ekim ayı Ardahan’da başka eser.
Gökyüzü, ağır gri bir yorgan gibi toprağın üstüne serilir; rüzgâr, dağların arasından sızıp kemiklere kadar işler.
Çıldır’ın Aşağı Cambaz köyü o günlerde sessizliğin içine gömülür. Her ev, yaklaşan kışa hazırlanır; sanki karla birlikte gelen yalnızlığı da karşılamaya koyulur.
Ben o zamanlar on yedi yaşındaydım. Lise öğrenimim Çıldır merkezindeydi.
Okul, köyden bakıldığında hem çok uzak hem de umudun tam karşısında bir yerde dururdu.
Pansiyonda kalırdık; hafta içi ders, hafta sonu özlem…
Her cuma okuldan çıkınca çantamı sırtlanır, köye dönmek için yola koyulurdum.
Ama o yol, bir yol değil, çoğu zaman bir sınavdı.
Kar bel hizasına kadar yükselir, tipi bastırdığında insanın yüzü donar, nefesi kesilirdi.
Buna rağmen, her hafta aynı azimle o beyaz sessizliğe yürürdüm.
Çünkü o sessizliğin ötesinde, evimin sıcaklığı vardı.
Bir kış günü, yanımda halamın oğlu Seyfettin ve Ercan K... vardı.
Köye birlikte dönüyorduk. Hava açık görünüyordu, ama dağ havasına güven olmazdı.
Birden rüzgâr yön değiştirdi, kar şiddetlendi, göz gözü görmez oldu.
Adımlarımız karın içine gömülürken yönümüzü kaybettik.
Rüzgârın uğultusu, karın sessizliğini boğuyordu.
Bir an geldi ki, sanki kar bizi içine çekiyor gibiydi — nefes almak bile zorlaştı.
Birbirimize bağırdık, sesimiz bile karın altında yankılanmadan kayboluyordu.
Sonra bir yerden, köyün loş ışıkları göründü.
O an, o ışıklar bizim için dünyanın en parlak yıldızları gibiydi.
Güçlükle oraya ulaştık.
O gece hepimiz ateşlendik, bir hafta boyunca hastalıkla boğuştuk.
Ama hiçbirimiz o günü unutmamıştık. Çünkü o beyaz ölümün içinden birlikte çıkmıştık.
Bir başka kış günü ise bambaşka bir mücadele bekliyordu beni.
Karnımda garip bir sancı başladı. Önce önemsemedim; köyde hastalık kolay kolay büyütülmezdi.
“Geçer,” dedim kendi kendime.
Ama geçmedi.
Ağrı her geçen gün artıyor, beni kıvrandırıyordu.
Sonunda, apar topar Kars Devlet Hastanesi’ne götürüldüm.
Doktor kısa bir muayenenin ardından yüzünü ciddileştirip,
“Apandisit, hemen ameliyata almalıyız,” dedi.
Babam yanımdaydı. Sözde sakin görünüyordu ama ellerinin titremesinden anlıyordum.
Doktor, onu ilaç almaya gönderdi; sonradan öğrendim ki aslında babamın o anı görüp daha fazla üzülmesini istememiş.
Ameliyata tek başıma girdim.
Soğuk ameliyathane ışıkları gözlerimi kamaştırırken, içimde tuhaf bir sessizlik vardı.
Gözlerimi açtığımda her şey beyazdı; duvarlar, çarşaflar, kar pencereden görünüyordu.
Babam sonradan geldi, sessizce yanıma oturdu.
Konuşmadı.
Yalnızca gözlerinde biriken yaş, tüm kelimelerden daha gürültülüydü.
O gün, babamın ağlamayı sessiz öğrendiğini gördüm.
Ve ben de o sessizlikte büyüdüm.
Hastanede birkaç gün tek başıma kaldım. O zamanlar ne telefon vardı ne kolay irtibat.
Köyle aramdaki mesafe yalnızca kilometrelerle değil, zamanla da ölçülürdü.
Pencereden dışarı baktığımda kar hâlâ yağmaya devam ediyordu.
Ama artık bana yabancı gelmiyordu o kar.
Sanki o da benimle konuşuyor, bana dayanmayı öğretiyordu.
Sonra yine okul, yine yollar, yine kar...
Her cuma akşamı o zorlu yürüyüş yeniden başlar,
ama ben artık biliyordum: insan sadece soğuğa değil, hayata da direnerek ısınır.
Şimdi yıllar geçti.
Ekim rüzgârı köyün üzerinden her geçtiğinde, o günleri hatırlıyorum.
Tipinin içindeki sessiz çığlıkları, babamın gözlerindeki yaşı,
ve gençliğimin soğuk ama tertemiz yollarını.
O kışların her biri beni bugünkü halime getirdi.
Belki de insan, en çok soğukta ısınıyordur;
karın altındaki sabırda, babasının sessiz gözyaşında,
ve köy yollarında yankılanan genç adımlarında.
Yazan :Ali Rıza Coşkun
Not: Kendi Hikayem
5.0
100% (1)