1
Yorum
2
Beğeni
5,0
Puan
202
Okunma
TÜRKİYE’Yİ YÖNETENLERİN “TÜRK” YA DA “TÜRKLÜK” DİYE BİR DERDİ YOKTUR
Türkiye’yi yönetenlerin “Türklük” kaygısı olmadığı açıkça gözlemlenmektedir. Zira mevcut siyaset söylemi büyük ölçüde Filistin ve Gazze eksenli bir dış politika hassasiyeti etrafında yoğunlaşmakta; buna karşılık Doğu Türkistan, Güney Azerbaycan, Irak Türkmenleri, Suriye Türkmenleri ve Kırım Tatar Türkleri gibi akraba veya aynı kökene sahip topluluklara ilişkin tutum ve söylem hemen hemen hiç yoktur.
Örneğin Doğu Türkistan’dan ya da Güney Azerbaycan’dan söz eden herhangi bir resmi refleks neredeyse hiç duymuyoruz. Irak Türkmenleri ve Suriye Türkmenleri karşısında da merkezi yönetimden bir ses duyulmamaktadır; Suriye’de yaşayan ve nüfusu yaklaşık altı milyon olarak tahmin edilen Türkmen kitlesine dair resmi ağızlardan tek bir tepki veya talep işitildiğine rastlanmamıştır.
Kırım Tatarlar Türklerinin durumu da bu genel sessizliğin gölgesinde kalmıştır. Devletin zirvesinden, bu kardeş topluluklara ilişkin tutarlı ve düzenli bir politika beyanı çıkmaması, ilgisizlik veya önceliklerin farklılaşması şeklinde yorumlanabilir.
Dışişleri pratiği açısından da çelişkili örnekler mevcuttur. Suriye’deki Kürt nüfusunun haklarının tanınması gerektiğini yüksek sesle savunan bazı siyasetçilere rastlanırken, aynı coğrafyada yaşayan ve etnik bağlamda Türk sayılan büyük bir topluluğa ilişkin benzer bir ses duyulmamaktadır. Bu durum, dış politika önceliklerinin ve kimlik temelli hassasiyetlerin dengeli dağılımından uzak olduğunu göstermektedir.
Tarihî ve sembolik kayıplar da eleştiriyi hak etmektedir. Süleyman Şah Türbesi’nin bir gece ansızın taşınması ve Türk toprağının bayraksız bırakılması yalnızca taşınmış bir yapı meselesi değildir; aynı zamanda devletin tarihî hafızasına, egemenlik göstergelerine ve sembolik bütünlüğüne dair sessiz bir kopuşun işareti olarak algılanmıştır.
Osmanlı tarihine atıfla millî duyguları harekete geçiren çevrelerin bile, Süleyman Şah örneğinde herhangi bir kolektif sorgulama veya tepki göstermemesi dikkat çekicidir. Bu tutarsızlık, milliyetçilik söylemlerinin fiili politikalara yansımadığına dair ciddi soruları gündeme getirmektedir.
Son olarak, iç siyasette kullanılan söylem biçimleri de eleştiriye açıktır. Hâkim söylem; halkı dini ve duygusal motiflerle pasifleştirerek itaatkâr bir kamuoyu yaratmayı, böylece toplumsal sorgulamayı zayıflatmayı hedefleyen bir mekanizma olarak okunabilir. Bu bağlamda bazı kesimlerde, “Türkiye’nin Türkler tarafından yönetilmediği” yönündeki algılar ve buna ilişkin itirazlar güç kazanmaktadır. Siyasal iktidarın meşruiyetini pekiştirmek için üretilen hamaset ve söylemsel manipülasyonlar, toplumsal bilinçlenmeyi ve demokratik denetimi zayıflatmaktadır.
Sonuç olarak, Türkiye’yi yönetenlerin kimlik temelli önceliklerini ve dış politika hassasiyetlerini yeniden değerlendirmeleri; akraba topluluklara yönelik tutarlı, saygılı ve hak temelli bir yaklaşım geliştirmeleri gerekmektedir.
Sembolik politikalardan ziyade somut adımların, tarihî sorumluluk duygusuyla ve uluslararası hukuka uygun bir zeminde atılacak adımlar, hem millî çıkarlarla hem de insani yaklaşımla daha uyumlu olacaktır.
Efkan ÖTGÜN
5.0
100% (1)