Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır. exupery
Halit Durucan
Halit Durucan

Kartalın Öğretisi

Yorum

Kartalın Öğretisi

( 4 kişi )

4

Yorum

9

Beğeni

5,0

Puan

202

Okunma

Kartalın Öğretisi

Kartalın Öğretisi

Kartalın Öğretisi

Hasan Sabbah ve Alamut Kales:

İslam dünyasında büyük tartışmalara ve savaşlara sebep olan Hasan Sabbah’ı geniş bir yelpazede tanımak ve anlamak gerekiyor. Bazı kitaplar, hakkında olumsuz dü-şünceler ortaya koyarken, bazı kitaplarda Hasan Sabbah’ın aslında kötü niyetli olmadığını ileri sürerler. İşte bu ikilemi iyi anlamak ve yorumlamak için bir dizi araştırma yapmak gerekir. Ben de merak ettiğim Hasan Sabbah’ı çeşitli açık kaynaklardan araştırdım ve bu makaleyi yazmaya karar verdim. Bakalım Hasan Sabbah kimmiş, amacı, inancı, felsefesi neye hizmet etmiş. Gerçekten fedailerine
haşhaş içirip cenneti yaşatmış mı?

Önce Alamut’un Coğrafyası ve Stratejik Konumu:

Elburz Dağları’nın sarp yamaçları arasında, deniz seviyesinden 2.100 metre yükseklikte bir kartal yuvası. İsmi de oradan gelir zaten: “Aluh Amut” – Farsça kökeniyle “Kartalın Öğretisi” veya “Kartal Yuvası” anlamına gelmektedir.

Kale, Selçuklu hâkimiyetindeki dönemde neredeyse ulaşılmaz bir konuma sahipti. Bu nedenle Hasan Sabbah’ın seçimi tesadüf değil, tamamen stratejik bir bilinç eseridir. Oraya yerleştiğinde yalnızca bir taş kale değil, bağımsız bir fikir cumhuriyeti kurdu aslında.

Hasan Sabbah: Düşüncenin Fedaisi:

Hasan Sabbah 1050 civarında İran’ın Kum kentinde doğdu. İsmailî mezhebine bağlı bir ailenin çocuğuydu. Genç yaşta Selçuklu veziri Nizâmülmülk ve Ömer Hayyam ile aynı dönemde Nişabur’da öğrenim gördü. Rivayetlere göre üçü bir “ahd” etmişti: Hayyam bilimi, Nizamülmülk siyaseti ve Hasan Sabbah ise dini seçmişti.
Sonrası malum… Üç farklı yol, üç farklı kader.

Hasan Sabbah, Fatımi halifeliğine bağlı İsmailî-Şii düşüncesini sistemleştirip “daveti” İran topraklarına taşıdı. Onun amacı; imanı yeniden akılla kurmaktı ama bunu yaparken yöntemi katı bir örgütlenmeydi. Bu nedenle hem teolog, hem stratejist, hem de devrimci olarak anılır.

Felsefeleri ve İnanç Sistemleri:

Alamut’un temel öğretisi Bâtınîliktir. Yani her ayetin, her ilahi emrin bir zahiri (dış) ve bir bâtını (iç) anlamı vardır. Hasan Sabbah, bu anlayışı zirveye çıkararak der ki:
“Kur’an’ın hakikati, yalnızca seçilmiş akıllar tarafından kavranabilir.”

Bu yaklaşım, zamanla halkın literal (yüzeysel) din anlayışıyla çatıştı. Bâtınîlere göre dinin zahiri kısmı halka yöneliktir, bâtını kısmı ise hakikat ehline. Bu da doğal olarak hem Sünni ulemayı, hem Selçuklu yönetimini kızdırdı.

Alamut’ta öğretilen bazı temel ilkeler:

-İman, körü körüne itaat değil, bilinçli teslimiyet olmalıdır.
-Tanrı’ya giden yol, aklın kapısından geçer.
-Gerçek bilgiye ulaşmadan ibadet, sadece şekildir.
-Bir “İmam” (hakikat önderi), Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisidir.

Bu fikirler, gizli inisiyasyon sistemiyle öğretilirdi; öğrenciler (fedailer) adım adım sırra erdirilirdi.

Fedailer ve “Haşhaşin” Efsanesi:
Avrupa’ya kadar ulaşan en çarpıcı söylentiler, “Haşhaşiler” hakkındadır. Bu kelimenin kökeni “haşhaş”tan (afyon) geldiği sanılsa da birçok tarihçi bunun siyasi bir karalama olduğunu söyler. Gerçekte “Haşhaşin”, Arapça “Assasiyun”dan türemiştir; yani esaslılar, temelciler, “asasa bağlı olanlar.”

Fedailer, Alamut’un askeri kanadıydı. Her biri ölümden korkmayan, mutlak itaatle eğitilmiş kişilerdi. Sabbah, fiziksel güçten çok psikolojik savaş ve inanç disiplini kullanırdı. Bir fedai, sultanların bile sarayına sızar, hedefini öldürür ve kaçmaz; o-racıkta yakalanmayı tercih ederdi. Bu yöntem, korku siyasetinin en etkili biçimiydi.

Düşmanları ve Hasan Sabbah Saltanatının Sonu:

Selçuklular; özellikle Nizâmülmülk ve Melikşah,
Abbasi hilafeti,
Ve daha sonra Haçlılar,

Alamut, yüzyıllarca bu üç tehdit arasında ince bir dengeyle ayakta kaldı. Ancak 1256’da Hülagû Han (Moğol hükümdarı) kaleyi kuşattı. Kütüphaneler yakıldı, binlerce yazma eser yok edildi.

Tarihçiler derki, Alamut’un kütüphanesi o dönem Bağdat’tan sonra İslam dünyasının en zengin bilgi arşiviydi. Böylece bir “düşünce devleti”, taşla değil, bilgiyle kurulan bir kale, tarihin tozuna karıştı.

Felsefi Değerlendirme:

Hasan Sabbah, tarihte hem aydın bir devrimci, hem de korkunun sembolü olarak anılır. Aslında onun hikâyesi, düşünce özgürlüğü ile dogma arasındaki kadim çatışmanın bir özetidir. O, Tanrı’yı anlamanın yolunu akılda aradı ama yönteminde aşırı bir disiplin, hatta despotizm vardı. Bu yönüyle, bir ütopya kurdu ama içinde özgür insan değil, mutlak itaatkâr birey yetiştirdi. Bir bakıma Alamut, aklın devriminden dogmanın doğuşuna giden ince çizginin hikâyesidir. Hasan Sabbah öldü ama onun açtığı “hakikatin iki yüzü” tartışması hâlâ sürüyor:

“Cennet Bahçesi” ve Afyon Meselesi: Gerçek mi, Kurgu mu?

Efsanelerde anlatıldığı gibi Hasan Sabbah’ın müritlerine afyon içirip sahte cennet gösterdiği rivayeti en çok Marco Polo’nun seyahatnamesinden bilinir. Ancak dikkat: Marco Polo, Sabbah’ın ölümünden yüzyıl sonra yaşamış bir gezgindir. Dolayısıyla bu anlatı, Batı’nın doğu mistisizmini egzotikleştirme eğiliminin bir ürünüdür.

Dönemin İsmailî kaynakları (örneğin Juvayni Tarihi veya Al-Khafi Kitabü’l-Hidaye) bu tür afyon sahnelerinden bahsetmez. Onlara göre Sabbah’ın “cennet” öğretisi bir metafordu: “Gerçek cennet, ilmin ve marifetin kalpte açtığı huzurdur.” Yani, bu efsane tarihsel değil, psikolojik savaş malzemesidir. Selçuklular ve Sünni ulema, halkı korkutmak için Sabbah’ı şeytanlaştırmış, Avrupa’da O’nu mistikleştirmiştir. Gerçek ise ikisinin arasında bir yerde durur.

Kur’an Bilgisi Meselesi:

Müteşabih ve muhkem ayetlerin ayrımı zaten Kur’an’da vardır. Hasan Sabbah bunu icat etmedi. Ancak o, bu ayrımı örgütsel bir silah haline getirdi. Kur’an’daki müte-şabih ayetleri (yoruma açık olanlar) kullanarak, onları sadece “seçilmiş imamın anlayabileceğini savundu. Böylece Kur’an’ı halkın elinden aldı, yorum tekelini kendi e-line geçirdi.

Selçuklu dönemi âlimleri, özellikle Nizâmülmülk’ün kurduğu Nizamiye medreselerinin hocaları çok yüksek Kur’an bilgisine sahipti. Ama fark şuydu: Onlar, otoriteyi ilmî düzlemde savunurken, Sabbah, otoriteyi mistik bir merkezde topladı. Bu fark, birinin medrese kurup bilgi yaymasına; diğerinin kale kurup bilgi saklamasına neden oldu.

Suikastlar ve Fedailer: İmanın Fedailiğe Dönüşü:

Nizâmülmülk’ün 1092’de bir Bâtınî fedaisi tarafından öldürülmesi tarihsel olarak sabittir. Ve bu, Hasan Sabbah’ın yöntemine dair çok şey anlatır: Düşünsel devrimini şiddetle koruyan bir hareket, sonunda şiddetin esiri olur.

Kur’an’da “fitne, adam öldürmekten beterdir” buyurulurken (Bakara 2:191), Sabbah’ın fedailerini iman fedaileri olarak eğitmesi, inançtaki şiddet yanılgısının klasik örneğidir.

Devrimci mi, Despot mu?

Burada ikiyüzlü bir ayna var. Bir yüzünde İslam dünyasındaki akıl-bilim geleneğine yeni bir derinlik kazandırmak isteyen bir bilgin; diğer yüzünde ise korkuyla yönetilen kapalı bir tarikat düzeni.

Devrimciydi, çünkü dönemin dogmatik anlayışına karşı aklı savunuyordu. Ama despotlaştı; çünkü o aklı sadece kendi müritlerinin tekelinde tuttu. Yani “hakikati özgürleştirmek” isterken, onu Alamut’un duvarlarına hapsetti.

Kur’an Perspektifinden Bir Sonuç:

Kur’an’ın öğrettiği temel çizgi şudur: “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara 2:256) “Düşünmez misiniz? Akletmez misiniz?” (Defalarca yinelenen vurgu)

Hasan Sabbah, düşünmeyi öğütleyen bu dine akılla yaklaşmış olabilir ama imanı zorlama ile örgütleyen bir sistem kurarak Kur’an’ın özünden uzaklaşmıştır.

Bu durumda üç büyük düşünsele bakmak gerekir. Gazâlî, İbn Rüşd ve Hasan Sabbah. Bu üç isim, İslam düşünce tarihinde “akıl mı öncüdür, iman mı rehberdir?” soru -
sunun en keskin üç cevabını temsil eder.

Gazâlî: Akıl sınırlıdır, iman sonsuzdur:

Gazâlî’ye göre akıl değerlidir ama mutlak hakikate ulaşamaz. Çünkü akıl, duyuların ve deneyimin sınırlarıyla kayıtlıdır. O der ki: “Aklın vardığı son nokta, kendi aczini anlamaktır.” Bu düşünce, tasavvufi sezgiyi öne çıkarır. Gazâlî “Tehâfütü’l-Felâsife” (Filozofların Tutarsızlığı) adlı eserinde İbn Sînâ ve Fârâbî gibi akılcı filozofları sert biçimde eleştirir. O’na göre felsefe; imanın sınırlarını zorladığında sapmaya dönüşür. Yani Gazâlî için iman, aklın üstünde bir nurdur. Aklın görevi, o nuru fark edip, teslim olmaktır.

İbn Rüşd: Akıl, imanın dilidir:

İbn Rüşd ise Endülüs’ün bilge filozofu. Gazâlî’nin tam karşısında durur ve onun “Tehâfüt”ine “Tehâfütü’t-Tehâfüt (Tutarsızlığın Tutarsızlığı)” adlı kitapla cevap verir. Der ki: “Hakikat bir olamaz mı? Felsefe de vahiy de aynı hakikati arar.” O’na göre Kur’an, aklı devreye sokmak için gönderilmiştir. Eğer Kur’an; “düşünmez misi-niz, akletmez misiniz?” diyorsa, o halde düşünmek ibadetin bir parçasıdır.

İbn Rüşd, inancı sorgulamayla güçlendiren bir çizgideydi. Bu yüzden Batı düşüncesi onu “Averroes” adıyla kendi rönesansına dâhil etti ama doğu dünyası onu “tehlikeli akılcı” diye susturdu.

Hasan Sabbah: Aklı kullandı ama özgürlüğünü kilitledi:

Sabbah, görünürde aklın tarafındaydı. Kuran’ın bâtınî yorumlarını akılla çözmeye çalıştı ama sonunda aklı bir örgütün hizmetine soktu. İmamı mutlak bilgi kaynağı ilan ederek, bireysel aklı değil, hiyerarşik aklı kutsadı.

Gazâlî, imanı merkeze alıp aklı teslim etti.
İbn Rüşd, aklı merkeze alıp imanı akılla anlamaya çalıştı.
Hasan Sabbah ise ikisini iktidar aracına dönüştürdü.

Bu üçgen, İslam düşüncesinin kadim gerilimini özetler: akıl – iman – otorite. Biri “akıl yetmez” der, diğeri “akıl yegânedir”, üçüncüsü ise “aklı ben kullanırım” der. Sonunda, Kur’an’ın kendi öğretisine dönmek gerek: “Onlar, sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar. İşte akıl sahipleri onlardır.” (Zümer 39:18) Yani hakikat, akıl ile imanın birlikte yürüdüğü yerde doğar. Ne aklı susturmak, ne de imanı zincirlemek…
İkisi aynı gemide olmalı, biri pusula, diğeri yelken.

Hasan Sabbah: Aklı yükseltip özgürlüğü zincirleyen adam:

Hasan Sabbah’ın “aklı” merkeze alması ilk bakışta olumludur. Çünkü Kuran aklı, imanın temeli sayar: “Düşünmez misiniz, akletmez misiniz?” Sabbah bunu fark etmiş, ama doğru kullandığı aklı, sonra örgüt gücüne dönüştürmüştür. Yani akıl bir araç olarak kalmış, amaç itaat olmuştur. Bu, Kur’an’ın “bireysel sorumluluk” vurgusuna aykırıdır. Kur’an, “Herkes kendi kazandığından sorumludur.” (Bakara 286) derken, Sabbah bunu kolektif imana bağlamıştır.

Metafor meselesini şu şekilde yorumlamak mümkün görünüyor:

Hasan Sabbah; Cennet, huri, cezalandırma gibi kavramları birer duygusal motivas¬yon aracına çevirmeden o sistemi kuramazdı. Yani “metaforu aklın değil, otoritenin hizmetine” soktu. Bu yüzden düşünsel olarak parlak, ahlaken problemli bir figürdür.

İmam Gazâlî ve Aklın Gücü:

Gazâlî’nin eleştirildiği nokta da tam burada: Aklı küçümsemek değil, aklın sınırına çizgi çekmektir onun yaptığı. Ama bu çizgi, yüzyıllar içinde felsefeye karşı korkuya dönüştü. Gazâlî, “akıl tek başına hakikati bulamaz” derken belki samimiydi ama öğrencileri ve sonraki kuşaklar bunu “aklı yasaklamak” olarak anladı. Böylece İslam dünyasında entelektüel özgürlük geriledi, medrese zihniyeti dondu. Yani Gazâlî’nin niyeti imanı korumaktı, sonucu sorgulamayı kısmak oldu. Bir anlamda o, imanı aklın üstüne koyarken düşüncenin kapısını aralık bırakmak yerine kapattı.

İbn Rüşd: Akıl ile imanı barıştıran filozof:

İbn Rüşd ise İmam Azam ve İbn Sînâ çizgisine yakındır. Onun için iman ve akıl bir birine karşı değil, kardeştir. Der ki: “Vahiy, halka hitap eder; felsefe, hakikati derinlemesine arayanlara.” Yani birini diğerine üstün kılmaz, farklı derinliklerde aynı kaynağa yönelirler. Bu yüzden Batı, onu “rasyonel din anlayışının babası” sayarken Doğu dünyası onun felsefesini “soğuk ve tehlikeli” buldu.

İbn Rüşd’ün yaklaşımı, Kur’an’ın “sözün en güzeline uyanlar akıl sahipleridir” (Zümer 18) ayetiyle örtüşür. O, imanın akılla güçlendiği bir model kurdu; ne iman aklı bastırdı, ne akıl imanı küçümsedi.

Kur’an Merkezli Denge: Yorum.

Kuran’a göre:

-Aklı dışlamak cehalettir,
-Aklı mutlaklaştırmak kibre dönüşür,
-Aklı imanla dengelemek ise hikmettir,
-Hasan Sabbah aklı otoriteye,
-Gazâlî aklı imana,
İbn Rüşd ise aklı adalete bağladı.

Son cümleyi Kuran’a bırakarak konuyu tamamlıyorum.

Allah adaletle emreder.” (Nahl 90) Bu, üçlünün ötesinde bir dördüncü kapıdır: Aklın ve imanın birlikte adaletle yaşanması…



Paylaş:
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 

Topluluk Puanları (4)

5.0

100% (4)

Kartalın öğretisi Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Kartalın öğretisi yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
Kartalın Öğretisi yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Suat Zobu
Suat Zobu, @suat-zobu
9.10.2025 00:27:15
5 puan verdi
Çok güzel çalışma.
Eyvallah ustam.
Çoğu kişi tam bilgiye sahip olmadığından yanlış biliyor.
Hallacı Mansur, Nesimi, Şeyh Bedrettin gibileri de tam olarak bilinmeyenlerden. Nesimi'nin Türklüğü nedeniyle derisi yüzülerek öldürüldüğü söyleniyor.

Selam ve saygılar üstadım.
ŞÜKRÜ ATAY
ŞÜKRÜ ATAY, @sukruatay
8.10.2025 23:32:52
5 puan verdi
"Sonunda, Kur’an’ın kendi öğretisine dönmek gerek: “Onlar, sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar. İşte akıl sahipleri onlardır.” (Zümer 39:18) Yani hakikat, akıl ile imanın birlikte yürüdüğü yerde doğar. Ne aklı susturmak, ne de imanı zincirlemek…
İkisi aynı gemide olmalı, biri pusula, diğeri yelken."



Hasan Sabbah ve Alamut Kalesinden başlayarak düşünce yapısını hatalarıyla birlikte inceleyen, Gazali ve İbn Rüşd'ü de felsefî açıdan karşılaştıran son derece yararlı paylaşımınız için gönülden kutluyorum tebrikler üstadım.
“Düşünmez misiniz? Akletmez misiniz?” uyarısını göz ardı etmeden çok fazla da felsefeye dalmadan üstte alıntı olarak yazdığım ayet doğrultusunda hareket etmenin en doğrusu olduğuna inanıyorum aksi takdirde imanı riske atma tehlikesiyle karşı karşıya kalınabilir diye düşünüyorum.
En kalbî selam, sevgi ve saygılarımla.
superbaba
superbaba, @superbaba
8.10.2025 23:13:33
5 puan verdi
Değerli bilgiler için teşekkür ederim.
İlgiyle okudum.
Kutluyorum değerli dost.
Saygılar...
Müjgan Akyüz
Müjgan Akyüz, @mujganakyuz
8.10.2025 22:00:20
5 puan verdi
“Düşünmez misiniz, akletmez misiniz?” bu emir sadece bu ünlü düşünürler için geçerli değil, Müslüman olan herkesten aklını kullanması beklenir
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL