6
Yorum
10
Beğeni
5,0
Puan
229
Okunma

SALİH BOZOK’UN GÜNLÜĞÜNDEN
Nöbeti devraldım. Bu sırada Atatürk odasında uyuyordu. Salonun denize nazır penceresi önüne oturdum. Sancaklarla donatılmış kotraları, motorları seyrediyordum. Çok acı şeyler düşünüyordum ki Atatürk çağırdı.
İçeri girdiğim zaman yatağının içinde sigara içiyordu. Beni görünce gayet kesik ve güçlükle işitilen bir sesle;
- ’Salih’ dedi, ’Dün akşam büyük bir sıkıntı geçirdim. Çok fena idim. Kustum. Hafızam tamamen kaybolmuştu.’
Bunları söylerken dikkatli dikkatli yüzüme bakıyordu. Gözlerini biraz daha açarak ilave etti:
- ’Sanırım yediğim nohutlu yemek dokundu.’
Ben kendisini teselli için tekrar ettim: ’Evet, muhakkak nohutlu yemek dokunmuştur. Madem ki çıkardınız, inşallah rahat edersiniz.’
Karyolanın yanındaki sandalyeyi göstererek ’Şuraya otur’ dedi. Oturdum. Atatürk tekrar söze başladı:
- ’Şimdi yine rüya görüyordum. Bana bir çift kundura getirmişler. Beğenemedim. Binbir’i çağırdım. Böyle ’Binbir!’ diye çağırırken odaya Rıdvan girdi. Bunun üzerine uyandım. Rüya gördüğümü anladım.’
Sonra başını sallayarak sözüne devam etti:
- ’Çok dermansızım Salih, büsbütün başka bir adam oldum. Su ellerimin haline bak.’
Bana uzattığı o güzel eller şimdi deri ile kemikten ibaretti. Parmakları o kadar titriyordu ki, sigarayı tutamayarak yorganın üzerine düşürdü. Hemen alıp attım. O hâlâ kesik kesik tekrar ediyordu:
- ’Ben büsbütün başka bir adam oldum. Hiç hafızam kalmadı. Değiştim Salih... Artık o eski adam değilim.’
O gece koma gecesiydi.
Atatürk’ü yatırdılar. Sayıklamaya başladı. Yaverleri, yakınları başucunda endişeyle beklemeye başladılar. Salih Bozok, bir yandan ağlıyor, bir yandan da ’Allahım ya Atatürk’ü kurtar ya benim canımı al’ diye dua ediyordu.
Az sonra doktoru Neşet Ömer Bey yetişti. Hastayı muayene etti. Kendisinde hazımsızlıktan kaynaklanan hafif bir zehirlenme olduğunu saptadı. İlaçlar verdi. Atatürk hafif ateşle uykuya daldı.
Ertesi sabah gözlerim açtığında başucunda Afet İnan vardı:
- ’Bana ne oldu? Bana bir şey oldu’ dedi.
Sonra da Afet İnan’ın kulağına gizlice fısıldadı:
- ’Ölüm demek böyle olacak kızım...’
Odasında yatağının tam karşısındaki duvarda o zaman Moskova’da büyükelçi olan Zekai Apaydın’ın Rusya’dan gönderdiği bir tablo asılıydı. Tabloda kır çiçekleriyle bezeli yemyeşil bir yamaç alabildiğine uzanıyor, bu yamacı çiçek açmış meyve ağaçlan süslüyor, arka planda ise heybetli, karlı dağlar manzarayı tamamlıyordu. Tablonun adı ’Dört Mevsim’di. Atatürk, sıkıntılı, ateşli koma gecelerinin sabahında gözlerini açtığında bu tabloyla karşılaşır, bu tabloya bakınca memleketin 4 köşesini görebildiğini söylerdi.
Bazen, sıkıntısının iyice arttığı anlarda bu tabloya dalıp gidiyordu. Böyle gecelerde savaşlar, devrimler, isyanlarla geçmiş ömrüne inat, alıp başını gitme özlemiyle yanıyordu. Her şeyden çekilip, engin bir ormanın sonsuzluğunda huzur bulma hayali, düşlerini süslüyordu. Bazen Rumeli yaylalarını, bazen camından görünen ’karşı yaka’yı, Anadolu’yu özlüyordu. Yanına Afet İnan’ı alıp, gözlerini tabloya dikince dudaklarından su sözcükler dökülüyordu:
- ’Gidelim Afet... Bir orman kenarına gidelim. Her şeyi bırakalım. Şöyle basit bir ev, ocaklı bir oda... Evet... Evet... Hemen çekip gidelim ormanlara... Hele ben bir iyi olayım da...’
PANDORANIN KUTUSU
5.0
100% (3)