2
Yorum
10
Beğeni
5,0
Puan
269
Okunma
Zihnin uykusuzluğu, sadece geceleri gözüne uyku girmeyen bedenin değil, asla susmayan bilincin halidir. Uykusuz bir zihin, kendi ağırlığını taşıyamayan bir varlık gibidir: sürekli düşünür, sürekli hatırlar, sürekli hesaplar. Fakat bu kesintisiz uyanıklık, bir aydınlanma değil, çoğu zaman bir yorgunluk getirir. Çünkü zihnin en temel ihtiyacı, yalnızca bilgiyi almak değil, onu unutabilmektir.
Tam da burada “bilinçli kayıp” devreye girer. İnsan bazen hatırlamak istemez; bilerek ve isteyerek bir şeylerden vazgeçer, onları hafızasının karanlık köşelerine iter. Kimi zaman bu bir acının, kimi zaman bir travmanın, kimi zaman da fazlalıkların yarattığı baskının sonucudur. Bilinçli kayıp, unutmanın iradeli biçimidir; seçilmiş bir unutma.
Peki; bir insan, hatırlamak yerine unutmayı seçtiğinde, gerçekten özgürleşir mi? Yoksa kayıp da en az hatırlama kadar ağır bir yük müdür?
Uykusuzluğun Felsefesi
Uykusuzluk, bedenin uyuyamaması kadar, zihnin kapanamaması anlamına da gelir. Modern çağın insanı, adeta daimi bir uykusuzluk halindedir: Bildirimlerle, ekranlarla, bitmeyen gündemlerle uyarılır; hiçbir an zihnini susturamaz. Bu yüzden uykusuzluk, yalnızca biyolojik bir rahatsızlık değil, çağımızın varoluşsal bir metaforudur.
Heidegger’in deyişiyle insan “dünya ile daima meşguldür.” Varlık, kendi üzerine kapanamaz; hep dışarıdadır. Uykusuz zihin, işte bu meşguliyetin en uç noktasıdır: İçsel sessizliğe asla ulaşamamak. İnsan kendi sonsuzluğunu düşündükçe, zihninin uykusuzluğu artar.
Nietzsche ise farklı bir pencere açar bu konuya: Ona göre unutma, yalnızca bir eksiklik değil, yaşamın sürdürülebilirliği için bir güçtür. İnsan geçmişin bütün yükünü taşımaya kalksa, hareket edemez hale gelir. O halde uykusuz zihin, aslında unutamayan zihindir. Gece uyuyamayan beden nasıl tükenirse, hiçbir şeyi bırakamayan bilinç de aynı şekilde tükenir.
Bu açıdan uykusuzluk kavramını, hafızanın aşırılığının metaforudur diye tanımlamak istiyorum Her şeyi hatırlayan, hiçbir şeyi bırakamayan bir bilinç. Ama insan bazen unutmayı da öğrenmek zorundadır. Çünkü unutma, varoluşun nefes alma anıdır.
Bilinçli Kayıp
Unutmak çoğu zaman istemsizdir: Beyin, fazlalıkları siler, önemsiz olanı ayıklar. Ama bazen unutma, bilinçli bir tercih haline gelir. İşte bu noktada “bilinçli kayıp”tan söz ederiz.
Freud, “bastırma” kavramıyla bunu açıklamıştı: Acı veren ya da tehdit eden bir hatıra, bilincin derinliklerine itilir. Kayıp, burada bir savunma mekanizmasıdır; insanı parçalayıcı bir gerçeklikten korur. Ancak bu bastırılan şey, tam anlamıyla kaybolmaz. Şu ifadesi çok meşhurdur; “bilinçdışına itilmiş olan geri döner.” Rüyalar, dil sürçmeleri, hatta bedensel hastalıklar bu geri dönüşün yollarıdır.
Halbwachs ise farklı bir düzlemde düşünür: Ona göre bireysel hafıza, toplumsal çerçeveler içinde şekillenir. Bir kişi, sadece kendi tercihleriyle değil, içinde yaşadığı toplumun dayattığı hatırlama ve unutma biçimleriyle de hafızasını kurar. Yani “bilinçli kayıp” yalnızca kişisel bir seçim değil, aynı zamanda toplumsal bir yönlendirmedir. Bazı olayların hatırlatılması, bazılarının ise unutturulması; bireyin hafızasını da belirler.
Günlük yaşamda da bilinçli kayıp çok daha basit formlarda karşımıza çıkar:
İnsan, eski bir defteri yakarak geçmişi kapatmak ister.
Bir şehri terk ederek, hatıraları geride bırakmayı dener.
Bir fotoğrafı silmek, sadece bir görseli değil, onunla birlikte gelen tüm duyguları da yok etmeyi amaçlar.
Ama şu soruyla yüzleşmek gerekir: Unutmak mümkün müdür, yoksa sadece şekil mi değiştirir?
Modern nörobilim bize şunu söylüyor: Bir anıyı tamamen silmek neredeyse imkânsızdır. Hatıralar beynin farklı bölgelerine dağılır; silinmekten çok “erişilemez” hale gelir. Yani unuttuğumuzu sandığımız şey, aslında bir yerde sessizce varlığını sürdürür.
Dolayısıyla “bilinçli kayıp” hiçbir zaman tam bir kayıp değildir. Daha çok, bilincin kendi üzerindeki yükü hafifletmek için seçtiği bir görmezden gelme stratejisidir. Acıyı susturur, ama tamamen öldürmez. Tıpkı toprağın altına gömülmüş bir tohum gibi, fırsatını bulduğunda yeniden filizlenebilir, tekrar karşınıza çıkar ve tekrar acıtır insanı.
Kaybetmenin Etik ve Varoluşsal Boyutu
Unutmak yalnızca bireysel bir psikolojik süreç değil, aynı zamanda etik ve varoluşsal bir meseledir. Ben burada kendime şu iki soruyu soruyorum. İnsan neyi unutabilir, neyi unutamaz? Neyi unutursa kendine ihanet etmiş olur, neyi unutursa hayatta kalabilir?
Hannah Arendt, bu soruyu “kötülüğün sıradanlığı” kavramıyla keskinleştirir. Ona göre toplumsal hafıza bir kenara itildiğinde, geçmişte yaşanmış kötülükler sıradanlaşır ve yeniden tekrarlanma ihtimali doğar. Bu nedenle unutma, sadece bir “hafıza boşluğu” değil, aynı zamanda bir etik tehlikedir. Unutulan şey, aslında geleceğe bırakılmış bir gölge olabilir.
Levinas ise meseleyi sorumluluk ekseninde kurar. Ona göre ötekinin yüzü, benden sürekli bir sorumluluk talep eder. Eğer geçmişteki acıları ya da ötekilerin deneyimlerini unutur ve yok sayarsam, bu sorumluluğu reddetmiş olurum. Dolayısıyla unutmak, bazen sadece kişisel bir hafıza tercihi değil, aynı zamanda başkasına karşı bir etik borçtan kaçıştır.
Burada Nietzsche’nin unutmaya dair düşüncesi tekrar önem kazanır. Nietzsche, yaşamın devamı için unutmanın zorunluluğunu vurgulamıştı. Ona göre insan geçmişin bütün ağırlığını sürekli taşısaydı, hareket edemez hale gelirdi. Fakat Nietzsche’nin bu “yararlı unutma” fikri, Arendt ve Levinas’ın etik vurgusuyla birleştiğinde bir gerilimi ortaya çıkarır:
Bir yandan, unutmak yaşamak için gerekli. Öte yandan, unutmak insanı ve toplumu etik bir felakete sürükleyebilir.
Tam da bu yüzden kaybetmenin varoluşsal boyutu çelişkilerle doludur. Unutmaya zorlanan birey, aynı zamanda hafızanın isyanını da içinde taşır. Hatırlamak, bazen acıyı diri tutar ama aynı zamanda insanı insan yapan şeydir. Çünkü hatırlamak, sorumluluğun ve aidiyetin temelidir.
Bugünün dünyasında bu sorular daha da keskinleşmiştir. Savaşlar, soykırımlar, kitlesel göçler… Hepsi bir “unutma–hatırlama gerilimi” yaratıyor. Modern toplum, bazen barış adına unutmayı talep ediyor; ama aynı zamanda adalet, unutmanın değil hatırlamanın üzerine kuruluyor. İşte bu noktada, kaybetmenin etik boyutu yalnızca geçmişe değil, aynı zamanda geleceğe yöneliktir: Ve tam da bu noktada şu sorunun cevabını aramalıyız bence ;Neyi hatırlarsak daha iyi bir dünya kurabiliriz, neyi unutursak kendimizi tekrarlamaktan kurtarabiliriz?
Dijital Çağda Hafıza ve Unutma
Bugün unutma–hatırlama gerilimi, tarihte hiç olmadığı kadar karmaşık bir zemine oturmuş durumda. Çünkü bellek artık yalnızca taşlarda, kitaplarda ya da sözlü kültürde değil; dijital dünyanın devasa arşivlerinde şekilleniyor.
Bir olay olduğunda saniyeler içinde milyonlarca görüntü, yazı ve video internete düşüyor. Bu, geçmişin kayda geçmesini neredeyse kaçınılmaz hale getiriyor. Artık hiçbir şey bütünüyle kaybolmuyor gibi görünüyor. Ama bu durum “unutmanın” tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Çünkü dijital çağın belleği farklı bir mekanizma işliyor: fazlalık yoluyla unutma.
Her şeyin kaydedildiği bir dünyada, önemli olanın önemsiz gürültü içinde görünmez hale gelmesi yeni bir unutma biçimi. Dijital algoritmalar, hangi bilginin öne çıkarılacağını, hangisinin arka plana itileceğini belirliyor. Yani unutma artık silmekle değil, gölgelemekle işliyor. Bir bilginin var olması, hatırlanacağı anlamına gelmiyor; aksine çoğu kez fazlalığın içinde boğuluyor.
Bu bağlamda dijital çağ, hem hatırlamanın hem unutmanın sınırlarını yeniden çiziyor:
Hatırlama: Küçük bir görsel, bir hashtag, bir video saniyeler içinde küresel hafızaya dönüşebiliyor. Sessiz kalması beklenen tanıklıklar dijital ağlarda yankılanıyor.
*Unutma: Aynı zamanda, geçmişin kaydı hiçbir zaman “bitmiş” değil. İnternette paylaşılan bir şey silinmeye çalışılsa bile kopyaları, ekran görüntüleri ya da arşivler aracılığıyla yaşamaya devam ediyor.
Bu, bireyler için de yeni bir varoluşsal sorun yaratıyor: unutulamamak. Artık insanlar yalnızca hatırlama baskısı değil, geçmişteki her izinin kalıcı olmasının ağırlığıyla da karşı karşıya. “Dijital unutma hakkı” tartışmaları, tam da bu yüzden günümüzün en kritik etik meselelerinden biri.
Toplumsal düzeyde ise dijital çağ, belleği ulusal sınırların ötesine taşıdı. Tarih artık yalnızca resmi kurumların anlatısına bağlı değil; küresel dolaşıma açılmış, çok sesli, dağınık ama aynı zamanda dirençli bir yapıya sahip. Unutulmak istenen şeyler, çoğu zaman başka bir biçimde geri dönüyor.
Bir önceki yazımızda bahsettiğimiz ,Roma’daki kazınmış taşlardan, Sovyetler’deki silinmiş yüzlerden bugünün dijital arşivlerine kadar uzanan bu çizgi, bize aynı gerçeği hatırlatıyor:
Unutmak asla tam anlamıyla yok etmek değildir. Bazen en güçlü hatırlatma, sessizlikten ve boşluktan doğar.
5.0
100% (2)