1
Yorum
1
Beğeni
5,0
Puan
215
Okunma

ERKEKTEN SAYGI BEKLERKEN, KENDİ SAYGINLIĞINI YİTİREN KADINLAR
Saygı, insan ilişkilerinin en temel taşıdır. İnsan, önce kendine saygı duymadan başkasından saygı göremez. Hele hele kadın ile erkek arasındaki ilişkide saygı, yalnızca bir cinsin diğerinden talebi değil, karşılıklı bir hak ve sorumluluktur.
Ben bu satırları, uzun yıllar Avrupa’da yaşamış, farklı toplumların kültürlerini gözlemlemiş biri olarak kaleme alıyorum. Avrupa’nın barlarında, kafelerinde, diskoteklerinde bulunmuş; gündelik hayatı yakından tanımış bir insanın gözlemleriyle yazıyorum. Ancak sözlerim yalnızca bir “Avrupa karşılaştırması” değil; daha çok, kendi toplumumuzun içinde yaşadığı dönüşümün eleştirisidir.
Türkiye’de kadın, modernleşme ile gelenek arasında sıkışmış bir kimliğe sahiptir. Bir yanda dini değerleri en katı biçimde temsil etmeye çalışan kadın figürü; diğer yanda özgürlüğü teşhir ile karıştıran kadın profili; öte yanda ise örtünmeyi yalnızca bir moda aksesuarı gibi kullanan bir başka kadın tipi… Bu çeşitlilik, bir zenginlik gibi görünse de, çoğu kez beraberinde bir kimlik karmaşası da getiriyor.
Sorun, yalnızca giyim kuşamda değildir. Sorun, kadının kamusal alanda sergilediği tavır ve davranışların, çoğu kez kendi saygınlığını gölgeye düşürmesindedir. Çünkü kamusal alan, yalnızca bireyin kendisine ait değildir; orası hepimizin ortak yaşam alanıdır. Orada sergilenen her davranış, yalnızca kişisel bir tercih değil, aynı zamanda toplumsal bir mesajdır.
Bugün kadınların bir kısmında üç ayrı uç tavırla karşılaşıyoruz;
1. Dini hassasiyetleri mutlaklaştırarak, kendi bireysel sorumluluğunu gizleyen kadın…
Örtünmeyi kutsal bir görev bilirken, örtünün ardında bambaşka bir yaşam sürebiliyor. Bu, örtünmenin anlamını da, samimiyetini de zedeliyor.
2. Modernliği yalnızca görünüşe indirgeyen kadın…
Başını örterken, bedeni teşhir eden bir tavrı normal görebiliyor. Bu çelişki, özgürlüğü bir imajdan ibaret hale getiriyor.
3. Özgürlüğü sınırsızlıkla karıştıran kadın…
Kamusal alanı bir plaj gibi kullanıyor, teşhirciliği bireysel hak olarak savunuyor. Oysa bireysel hak ile toplumsal sorumluluk arasındaki sınır, birlikte yaşamanın temeli olmalıdır.
Bu üç farklı davranış, aslında bir gerçeği ortaya çıkarıyor: Saygıyı başkasından beklerken kadının, saygınlığı kendi eliyle yitirmesi
Son yıllarda kadın özgürlüğü çoğu zaman yalnızca ekonomik bağımsızlıkla özdeşleştiriliyor. “Ben kendi ayaklarım üzerinde duruyorum” diyen kadın, bunu çoğunlukla para kazanmakla sınırlı tutuyor. Oysa ayakta durmak, yalnızca maddi güçle mümkün değildir. Para, insana imkan sağlar; ama değer kazandırmaz.
Ayakta durmak; ahlakla, kültürle, erdemle, sorumlulukla mümkündür. Kendi kişiliğini tutarlılıkla inşa etmeyen, yalnızca parayla özgür olduğunu düşünen her birey, aslında kendi saygınlığını eksik bırakır. Bu yalnızca kadın için değil, erkek için de geçerlidir.
Bir kadın ya da erkek, istediği gibi giyinebilir, yaşayabilir, tercihlerini özgürce kullanabilir. Ancak unutmamalı ki, saygı yalnızca hak talebiyle kazanılmaz. Saygı, özgürlük ile sorumluluğun kesiştiği yerde doğar.
Kadın da erkek de şunu bilmelidir: Saygınlık, başkalarının gözünde değil, kendi duruşunda saklıdır. İnsan kendi duruşuna özen gösterdiği ölçüde, karşıdan beklediği saygıyı da görür.
Sonuç olarak; burada söylenenler, bir genelleme değildir. Tüm kadınları ya da tüm erkekleri kapsayan bir yargı hiç değildir. Ama bir gerçeğe işaret ediyor: Toplumda bazı uç davranışlar, yalnızca bireysel özgürlüğün değil, ortak yaşamın da sınırlarını zorlamaktadır.
Kadının da erkeğin de üzerine düşen sorumluluk şudur: Kendi özgürlüğünü yaşarken, başkasının haklarını çiğnememek. Kendi saygınlığını inşa ederken, toplumsal kültürü yok saymamak.
Çünkü gerçek özgürlük, bireysel serbestlikten öte, toplumsal sorumlulukla tamamlanır. Ve gerçek saygı, dışarıdan talep edilen değil, içeriden inşa edilen bir değerdir.
Efkan ÖTGÜN
5.0
100% (1)