0
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
186
Okunma

Modern edebiyatımızın vitrin şahsiyetlerinden biri de Peyami Safa olmakta. Aslen romanlarıyla tanınan, edebiyat tarihimizde romancı yönüyle öne çıkan bir şöhret olmakla birlikte arka planda köşe yazarlığıyla beraber denemeci, tenkitçi çizgide sosyolog/düşünür bir kimliği de bizlere duyurmaktadır. Romanlarında olay örgüsünün ötesinde psikolojik analiz ve ruh çözümlemeleri önem kazandığından edebiyat tarihimizde psikolojik roman türünün ustalarından sayılmaktadır. Şöyle ki, Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş döneminin sancılarıyla paralel olarak kültür çatışması, doğu batı, modern gelenek karşıtlığı, ahlaksal ve kültürel çözülme, siyasal kutuplaşma, Cihan harbinin yıkıcı etkileri gibi hususlar yazarın prizmasından süzülerek, kaleminde billurlaşmaktadır da.
Ünlü yazarımızın belli başlı romanları arasında “Bir Tereddüdün Romanı” da yer almaktadır. Romanda olay örgüsü Mualla ve Vildan adlı iki hanım ve bu hanımların eserlerini takip ettiği bir yazar karakter arasında geçmektedir. Kurgusal karakterlerin tereddütleri, kaygıları, sıkıntıları yanısıra birinci dünya savaşının yeryüzünün önemli bölümüyle birlikte bizde de meydana getirdiği toplumsal, politik, kültürel çöküntünün izdüşümlerini takip etmekte, izini sürmekteyiz. Roman kahramanlarından Mualla kişilik olarak medcezir manzaralarından uzaktır, zikzaksızdır hani. Hiç öyle “sandala atıp ruhunda hicranını söyletmeye” müsait bir karakter olmamaktadır. Vildan ise tam tersi. Gelgitli, çalkantılı, tereddütlerle, kaygılarla yüklü depresif bir kişilik. Yazar kahramanda benzer biçimde duygusal, kararsız, hislerinden emin olmayan insanlardan.
Gerek romanın birey psikolojisine, ruhsal tasvirlere yoğun biçimde inen tavrını, gerekse yazarın bu husustaki genel yaklaşımlarını anlamak için dönemin sanat edebiyat dünyasındaki hakim metodolojiye de eğilmek gerekir. Öncesinde 19. asır romanının genellikle gerçekçilik çizgisinde ilerlediğini belirtmeliyiz. Dış dünyanın nesnel gerçekliği üzerinde konumlanır. Halbuki yirminci yüzyılın ilk yarısında dünya savaşlarıyla örülü yanmış yıkılmış bir yeryüzü tablosu karşılamaktadır insanlığı. Faşizmle komünizm arasında çalkantılarla örülü olarak siyasal sistemlerde de aradığı karşılığı bulmaktadır yerküre. Bu bunalım çağı tablosunun sanat edebiyat felsefe akımları üzerinde de direkt etkisi bulunmaktadır. Söz gelimi resimde dışavurumculuk “doğanın olduğu gibi temsili yerine duyguların ve iç dünyanın ön plana çıkarıldığı 20. yüzyıl sanat akımıdır.” Şeklinde tanımlanmaktadır. Yine “bozulmuş çizgiler, şekiller ve abartılı renklerle sanatçının duygusal dünyasını aktarmayı hedefler. 19. yüzyıl gerçekçilik ve idealizmine karşıt anti-natüralist öznelliğe sahip bir bakış açısı içerir.” Şeklinde Vikipedi notu karşılamakta bizleri.
Ya peki romanda aynı dönemde yükselen modernizm’in özellikleri neler olmakta? Her şeyden önce “I. ve II. Dünya Savaşı ile birlikte büyük bir yıkıma uğrayan insanlık üzerindeki olumsuzluklardan beslenerek güçlenen bir akımdır.” Şeklinde tanımlanmakta modernizm. Yine “Modernist romanlarda ise, neden ve sonuç ilişkisi tamamen ortadan kalkmıştır. Roman, en baştan başlamak ya da belirli bir sonla bitmek zorunda da değildir. Yazar, insan dışındaki dünyayı yalın ve çok sade bir şekilde yansıtmaktan kaçınır. Aynı zamanda geleneksel anlatımın dışına çıkar ve yer yer alegorik anlatımlardan da yararlanır.” Denilmektedir.
Bir Tereddüdün Romanı adlı esere dönecek olursak önsöz mahiyetinde şu cümleler dikkat çekmektedir. “Peyami Safa’nın romancılığının zirvesine çıktığı eserlerinden biri olan Bir Tereddüdün Romanı, birinci dünya savaşı’ndan sonra inanmakla inkâr, bireysel ve toplumsal temayüller, kendi kendini tahrip aşkı ile yaratıcı hırslar ve sevdalar arasında kalan insanoğlunun tereddüt ve bocalamalarını konu edinmiştir. Roman içinde yazılan roman kurmacası ve Peyami Safa’nın kendi hayatından derin izler taşıyan yapısıyla Bir Tereddüdün Romanı, mütareke yıllarında ve savaş sonrasında doğan yaşamak yorgunluğu, toplumsal değerlerin alt üst oluşu, geçmişle olan bağların kopuşu, ahlak bunalımı, maddî ve ruhî sefalet, hiçbir şeye tam olarak bağlanamamak acısı, insanların inanmakla inkâr etmek, yapmakla yıkmak, sevmekle nefret etmek, iyilikle kötülük, isyan etmekle boyun eğmek, ölmekle yaşamak arasında geçirilen tereddütleri üzerine kurulmuştur.”
Kuşkusuz üstte arz ettiğimiz biçimde yirminci asrın ilk yarısının absürt temelli hakim felsefi, sanatsal, edebi dili eserdeki duygu ve düşünce akışını domine etmektedir. Demem şu ki kahramanların iç dünyalarında yaşadıkları alt üst oluşlar, tutum ve davranışlarında tezahür eden zikzaklar, gelgitler kanalıyla da bir buhran çağının parametrelerine tanıklık etmekteyiz.
Buna karşın direkt düşünce beyanları ve bunları destekleyen analizlere de rastlamaktayız. Söz gelimi "Eski ailelerin büyük bir kusurları vardı: Kapalı olmak; eski ailelerin büyük bir meziyetleri vardı: Gene kapalı olmak. Bu kapalılık onların zihinlerini kapamak suretiyle bir kusur, fakat seciyelerini muhafaza ettirmek suretiyle bir meziyet oluyordu. Yeni ailelerin de büyük bir meziyetleri var: Açık olmak; büyük bir kusurları da var: Gene açık olmak. Bu açıklık onların zihinlerini açmak suretiyle birer meziyet, fakat seciyelerini bozmak suretiyle birer kusur oluyor. O halde bugün için mükemmel bir zevcenin vasıflarını tayin etmek kolaylaşıyor: Eski ailelerin kapalı ahlâki terbiyesiyle yeni ailelerin açık fikrî terbiyelerini haiz bir genç kız." Demesi yazarımızın eski yeni, modern gelenek, doğu batı zıddiyeti gibi bizi derinden etkileyen hususları dengeleme, bir senteze kavuşturma imkanlarına dönük arayışları bağlamında dikkat çekmektedir.
Hiç şüphesiz böylesi eklektik yaklaşımların tatbikat noktasında sorgulanması da mümkündür. Ütopik midir gerçekçi midir misali. Burada erken Cumhuriyetin inkılaplar konusunda izlediği radikalizmin sertliği, dominant karakteri bir muvazene arayışına götürüyor belli ki ünlü kalemi. Öyle ki muhafazakâr ve milliyetçi yaklaşımların bilimde, teknikte, sanatta ve bunlara kaynaklık eden düşünce alanlarında ilerlemeyi uygun bulurken inanç ve değerlerde, kültürde biz kalalım şeklindeki genel jargonu da akla gelecektir elbette.
Tüm bunların ışığı altında önerilebilir mi roman? Kendi dokusuna olduğu kadar okur tiplerinin tercihlerine de bağlıdır bu. Absürtün sanat edebiyat aleminde sultasını kurduğu bir devrin romanı. Günümüze doğru geldikçe roman tipolojisi değişmektedir her şeyden önce. Söz gelimi ikinci dünya savaşı sonrası ortaya çıkan ve giderek ağırlığını duyuran postmodernizme eğilmekte gerekir. Modernizmin tek tip, buyurgan, dayatmacı, otoriter yapısının aksine tek bir gerçekliğin olmadığını, olamayacağını savunan daha ziyade çok sesli bir atmosfer karşımızdadır. Postmodernizmde gerçekler yerini imgelere bırakır. İzafi hallerin, durumsallığın dünyasına hoş geldiniz der postmodern edebiyat.
Aslında Peyami Safa’nın romanında da bu eğilim karşılamaktadır okuru. Hiç kuşkusuz postmodern bir yazardır denemez Peyami için. Bir erken dönem eğilim, bir haberci akla gelebilir ancak. Bu anlamda farklı okur tiplerinin kesişim kümesini yakalayabilir de eser. Hani derim ki dünya savaşları ve totaliter rejimlerle örülü bir çağın dinamiklerine alaka duyanlar için olduğu kadar, modernist edebiyat ve düşünceyle başı hoş olmayan okurlarla modernizmin hakim olduğu bir dönemden bağ kuran bir edebi eser neden olmasın?
L.T.