0
Yorum
7
Beğeni
0,0
Puan
300
Okunma

“Gidemem ki!” dedi Aylin.
“Neden gidemeyesin?!”
Hiçbir şey bu kadar önemli olamazdı ki! Bu kadar kesin bir yargıya varacak kadar kaskatı, eğilip bükülmez bir yoğunluğa varamazdı hayat, tabii ille de “öyle ol” diye zorlamazsan. Bu kadar uçucu, her an sona erebilecek, varla yok arası bir şey tek bir kelimeyle olduğu hâlinden başka bir şeye dönüştürülüp gerçeğine aykırı bir yere konuluyorsa; burada hatalı olan hayat değil, ona bu anlamı zorla yükleyendi. En azından O böyle düşünüyordu.
“Baban çağırdı.” dedi. “Üstelik cennet gibi bir yer… Birkaç hafta buralardan uzaklaşır, güzel bir tatil yaparsın. Ayrıca çok büyütmüyor musun sence de?! Birkaç tatsız cümle geçmiş aranızda Nilüfer’le. Üstelik başlatan da senmişsin. Tesadüfen bir araya gelen şeyler o anki ruh hâlinize pek iyi etki etmemiş anlaşılan. Öyle anlar vardır ya hani; bir kelime, bir bakış, öylesine bir gülümseyiş kendisi olmaktan çıkar, o an’ın renklerine boyanır… Grimsi bulutların gölgesi vurur üzerlerine. İşte o anda verilen her tepki, söylenen her sözcük o griliğe isyandır aslında. Mavi bir gök parçası arayışıdır.”
Aslında az önce yeğeninin söylediği; gerçeğe hiç de aykırı kaçmıyordu. Aylin’in oraya gitmek istememesi öyle doğaldı ki! İçten içe biliyordu bunu. Gerçeği çarpıtan hayali bulutlara gerek yoktu, ortalığın griye bürünmesi için yani. Zaten baştan ayağa bulut yüklüydü ne zamandır onun gökyüzü.
Babasını özleyen küçücük bir kız barındırıyordu hâlâ içinde. Günler, aylar ilerlemeye devam edip her şey gibi onu da dönüştürseler de; içindeki küçük kıza bir türlü dokunamıyorlardı. Keşke zamanın aşındıran gücü ona da hükmetse; o da büyüse, yaşlansa; hayatın kimi zaman gölgeleriyle, kimi zaman güneşiyle teninde ve ruhunda dokunuşlarını hissetse, yaşamaya devam etseydi…
Ama sorun da buydu ya! Zaman akmıyordu, içe hapsolan şeyler söz konusuysa… Orada saatler duruyor, tam akışın kesildiği o noktada hangi duygu hüküm sürüyorsa aynı tazelikte var olmaya devam ediyordu. Mesela bir bavul oluyordu saatin artık ilerlemediği, derinlerdeki o yerde. Ve de bir adam duruyordu bavulun yanında… Babalar ayaklarının dibinde bir bavul varken böyle hüzünle bakmazlardı ki oysa! Bir seyahate çıkacak biri neden küçük kızına çok büyük bir kabahat işlemiş gibi, bulut yüklü gözlerle baksındı ki?! Zaten bir yolculuk söz konusu olsa da bunun tatille, dinlenip yenilenmekle en küçük ilgisi olmadığı o kadar belliydi ki! Bunu anlamak için yetişkin olmaya gerek yoktu yani. Havayı biraz koklaman yeterliydi. O an’sa hava buram buram veda kokuyordu.
“O kadına tahammül edemiyorum, bunu anlamak bu kadar zor mu yani?”
Hâlâ zihninde ‘o kadın’ olmaktan çıkmasını önleyecek kadar taze kalmıştı, babasının karısına olan öfkesi. Bir kadının ‘birinin karısı’ olarak ifade edilmesi normalde en nefret ettiği şeylerden biriyken, bir tek kişi bu kuralın dışında kalıyordu: O kadın… Yani Nilüfer…
“Sana ne yaptı ki?! Babanla annen çoktan ayrılmışlardı O babanın hayatına girdiğinde.”
“Ama dönebilirdi de, değil mi? O kadın olmasa her şey çok farklı olabilirdi.”
Cevap falan beklemeden kapıya yöneldi, çantasını alıp ayakkabılarını apar topar ayağına geçirerek; her gün yaptığı şeyi yapmak üzere kapıyı açıp dışarı doğru ilk adımını attı: Zamanın durduğu o odayı gölgelere boğmak üzere sıkı sıkı kapatırken içinin pencerelerini, dışarınınkileri de aksine, ardına kadar açtı yani.
Ama bu kez orada da kaçamayacaktı galiba içindeki hüzünlü, küçük kızdan… Az ötede bir duvarın üzerine oturmuş, görünmeyen bir şeylere bakan kocaman gözlü kızda yeniden vücut bulmuş, “kaçamazsın benden” diye haykırıyordu sanki.
Olsa olsa yedi sekiz yaşlarındaydı kız… Ve o yaşlarda bir çocuk baktığı yerdeki şeyde sadece o şeyin kendisini görürdü genelde; içinin bir yansımasını değil… Ne vardı acaba orada, yani içi’nde seyrettiği?!
“Üvey annen kötü mü davranıyor sana?!” diye soracaktı neredeyse. “Ya da öz annen üveylik mi yapıyor? Bu yaşta evi sildirip süpürtüyor, bulaşık mı yıkatıyor yoksa?!”
Bir bahaneyle yanına yaklaşırsa, ilk olarak ellerine bakacaktı. Ne kadar yıpranmışlar, bir çocuğun minicik bedenine çok ağır gelecek kadar yaşlılar mı, anlamak için…
Çok mu abartıyordu yoksa?! Mesela hatırlıyordu da; bir gün annesi misafire hazırlık yaparken ille “elmalı kurabiye yap” diye tutturup O da “börek yaptım, az sonra misafir gelecek, senin istediğini yarın yaparım” dedi diye, nasıl saatlerce surat asıp o günü kadıncağızın burnundan getirmişti… Herhalde o hâliyle bu kızdan çok da farklı görünmüyordu. Bir çocuğun yüzündeki gölgelerde çok büyük dramlar saklı olmayabiliyordu her zaman yani.
Ayrıca ille de yıpranmış eller mi gerekiyordu, acı çeken bir yüreğin varlığını kanıtlamak için?! Kendi elleri hiç yıpranmamıştı mesela.
Yıpranma, örselenme gibi şeyler ille de bedene dair olmak zorunda değildi ki zaten! Mesela bir ses de pekala yıpranabilir, hatta acıyabilirdi de. Tıpkı babasının telefonda; tatilini onlarla birlikte geçirmesi için davet ederkenki sesi gibi… Yıllar önce, zamanın durduğu o odada, bavulun yanında ayakta dikilen genç adamın küçük kızına suçlu bakışını da içine katan bir ses… “Canını acıttığım için çok özür dilerim” diyen…