1
Yorum
8
Beğeni
5,0
Puan
235
Okunma

Hayata anlam ve derinlik katan da hayatı hayattan eden de var. İnsanlar aynı koşullarda niçin farklı hayatlar yaşarlar? Bu soruyu faklı şekilde de sorabiliriz. Daha güzel imkanlar ve zeminlere karşın niçin daha istendik bir hayat öyküsü çıkmaz ortaya?
Zamanı giderek tüketirken kendi faniliğininde sınırlarını sömüren, her geçen an daha bir azalmakta olan şu ömür karnesine rağmen, işler neden daha olağan ve az inciten olmazlar bir türlü...
İster seksenler ister doksanlar ve hatta altmışlı, yetmişli kuşakların rüzgarıyla var olalım, hayatı nasıl kabullendiğimiz hususu onun bizdeki yansımalarını belirliyor. Ne var ki bizdeki bu vaziyet aynı kuşaktan birilerinin farklı bakış açısı, önyargısı veya kendini nasıl tanımladığınıza göre farklı algılamaya, değerlendirmelere de yol açabiliyor. Olduğundan daha farklı görünme çabası yahutta sizi dar bir kalıba hapsetme yanılgısı, yaşamakta olduğumuz çatışmaların belki de en büyük nedenidir. Karşı tarafı sürekli olumsuz yönden eleştirirken bir şekilde iyi ve kuvvetli yanlarını kasti olarak görmeme eğilimi ne kadar acı ve zavallı bir durumdur oysa. Kimse her yönden mükemmel olamayacağı gibi çok yönden de ne kötüdür ne yetersiz ne de zavallı...
Birbirimizi değerlendirebilmede gösterdiğimiz mesnetsiz ve hatta biraz da cüretkar iğnelemeler ne bize ne de karşı tarafa hiçbir fayda vermemektedir. Kimse kendini ispat etmek durumunda değildir. Bu konuyu diğerleri için nereye kadar ödün verilmeli?sorusuyla da düşünebiliriz. İnsanları şu ya da bu şekilde zorlamanın, fıtrat sınırlarını görmezden gelerek kendi orijinine göre değiştirmeye kalkmanın şimdiye kadar kimseye yarar sağladığını görmedim, okumadım, işitmedim. Ne güzel bir söz arabeskin kralı Gencebay şarkısından şu mısralar:
"Beni böyle sev, seveceksen
Olduğum gibi göreceksen
Girme ömrüme, girme gönlüme
Ne dertliymiş bu diyeceksen."
Eleştirilere açık olmanın sonsuz faydası olduğunu düşünenlerdenim ve fakat onun ne olduğundan öte, nasıl ifade edildiği her şryin üzerinde hayati bir konu. Kısacası iletişim kazalarına davetiye çıkartan şeylerin başında; doğru söz, duruş ve davranışların hatalı ifade edilmeleri, mesajdan beklenen yararın faklı şeylere kurban edilmesi, ortaya çıkması kuvvetli tüm güzelliği bir anda yok etmektedir.
Hayata bir değer katabilen söz duruş ve davranışlar doğru yer ve zamanda, gönle ziyan olmadan icra edilenlerden kuşkusuz. Kaldı ki kendinin eleştirilmesine tahammül edemeyenlerin bu hakkın tekelini sadece yine kendilerinde görmeleri ne büyük bir bahtsızlıktır değil mi? Eleştirebilime yetisinin veya tercihinin eleştirilebilmeyi de içermesi ne güzel olurdu. Böylece kendimizden kaynaklanan bazı kusurları düzeltebilme ve daha pozitif duruş gösteren bir fert olabilmeyi başarabilirdik. Değişim her birimizin hayatında uygun zaman, zemin ve koşullarda gerçekleşiyor. Onun daima iyi ve güzel yönde ortaya çıkabilmesinde ikili ilişkiler pek bir önemli. Bir tebessümle yahut ironi yapılarak ortaya konulan eleştiriler büyük olasılıkla karşı tarafta yankı uyandıracak, gönle de ziyan vermeden olası değişimlerin kapısını da aralayacaktır.
Her şeyin bizde başladığını her şerrin de bizde bitebileceği tezini enine boyuna irdeleme, olası pişmanlıklarla bir ömrü heba etmenin de anahtarı olmalıdır. Fanilik dünyasında yarın ne gibi olasılıklarla yüzleşebileceğimizi bilemeyen bizler, hangi keşkelerle avunarak gönlün isyanını bastırabiliriz ki. Her şeyi ister madde ister mana aleminde olsun şu "kendi egomuzdan bakarak tartma hastalığın"dan kurtulmalıyız. Onun pençesinden sıyrılamadıkça ne gerçekte olmamız gerektiği olabilir ne de başkalarına fayda sağlayabiliriz. İnsanları kelimenin tam da anlamıyla omurgasından yakalayan bu müzmin dert, ihtiraslardan kurtularak özgürlüğün yolunu açabilir.
Onu olabildiğince doğru görmek, okumak, anlamlandırmak ve varoluşun getirdiği gücü katmak varken içine, hayatın içinde sürüklenir dururuz nedense. Kimse bu düşkün hali doğrudan istemese de bizden öte çokça nedenden ötürü belki de " dünya dedikleri budur" kabilinden türlü ve zahmetli, her nefeste bizi daha bir tüketen gerçeklerle yüzleşiriz maalesef. Hayat kendi doğasında zaten bir büyük mücadeleyi getirirken, niçin onu daha çekilmez; nefeslenilmez, yürünmez, hayal edilemez hale getiririz bilinmez.
Bu çetrefilli süreğenlik içinde sanki sigorta gibi bir dolu imtiyaz yahutta seçenek çıkar önümüze ve hayatı gerçek anlamda sorgulayan çoğunun yaptığı gibi evrenin yaratanın daha yakın olabilmek, huzuru tatmak, zorluklardan da ayakta kalabilmek adına manevi âleme kanat açarız. Bu profil öylesine güzel hisdiyatları besler ki tarifi pek zordur dünyalık kelimelerle. Kendimiz olmanın ötesinde, kendimizi bir adanmışlık uğruna feda edebilmek, başkalarının şafağı olabilmek, gecelere son vermektir tükenirken. Şu Anadolu coğrafyası nasıl da muazzam bir kutsiyetle doludur bu anlamda. Karnı ağrırken yere göğe sığmayan ve çareler arayanlar bir yanda, karnının düşmanın sürgü darbesiyle yırtılmasını umursamadan nemalandığı vatanın havasının, suyunun, maneviyatını ve tüm uğruna inandığı değerler adına tarifsiz bir imanla hasmıyla mücadeleyi yere düşüp son nefesine kadar sürdürebilir olanlar diğer yandadır. İçimizde büyük bir güç olduğu ve onun ivmesinin ortaya çıkması halinde, neleri değişebileceğini bir düşünün bu anlamda.
Sadece bir kurşunla başlayan İstiklâl Savaşının nasıl da destansı bir mücadeleye evrildiği ortada değil midir? Rus işgalinde onların sayıca çokça oluşundan tedirginlik duyan ahalinin kararlarının kırılma noktasındaki büyük özne, içten gelen o gücü ile sahaya inerek ilhamı veren de Nene Hatun’dan başkası değildir. Biz ve fakat her birimiz büyük potansiyellere de ev sahipliğini yapmaktayız kendi içimizde. O gücün farkına varabilmek şuuru her şeyin başlangıcı, her şerrin de definin parolasıdır kanaatimce. O gücün sadece bir kısmıyla bile çokça manzaranın değişebileceğini şahitlik etmiş biri olarak, kolektif bir ruhla mefkurelere ulaşabilmede her birimizin bu gücü harekete geçirdiğini bir düşünün.
Varsın en ağır sözler söylensin, en kıymetsiz zeminlere hapsedilelim ve hatta yokluğunu, yoksunluğunu çekelim çokça şeyin ne yazar ki inanan insan için. Ne demişlerdi " gecenin en derininde ışık en yakındır doğacak şafak için."
Nefse ağır gelen her ne ise sonu hayra, kolay olan şerre evrilir neden? İnsanların kolaycılık hastalığı çoğu zaman bu yüzden karın ağrıtır sanırım. Arkasında emek, ter, gayret olmayan bir şeyden izzet görmedim şimdiye kadar, söylemi gerçekten de abartısızdır. Tersini söyleyen ve veya buna inananların saadetlerinin de uzun sürmemesi şaşılacak şey değildir bu anlamda. Mesele geceye razı gelirken, şafağa olan inancı ve onu getirecek gayreti elden bırakmamak demekki.
Bizi sorgulayanları sorgulama gücü bizde de vardır. Toplum dinamiklerini sarsan ve hiç bir amaca hizmet etmeyen kişi, statü, karar ve durumların bir an önce derlenip toparlanması, bu anlamda bir sorumluluk değil, var oluş nedenidir. Bunu en güzel, en asil şekilde yapabilmek, yüreklere dokunmak ve oradaki ak ile kara mukayesesini yaptırabilmek ne büyük bir icradır birey ve toplum için. Bize giden, bizi daha da bir ve beraberce ülkülere taşıyacak her adıma, bu adımların hayat bulabilmesinde her vefaya, tere, kana, emeğe selam olsun!
Bir gönül, beden ve hepsini sevk ve idare eden akıl da sahibi sayısız insan ( normal şartlardaki potandisiyeller) gelip geçti yeryüzünden. Kimi önce umutlu, sonra isyankar, kimi tehdit edici duygu ve düşünüşlerle harcadı ömrü. Pek azı aynı yerde faklı olanı gördü, renk kattı, değer kattı, iz bıraktı derince. Hiç biri kalıcı değildi ve bunu bilenlerin duruşu ile ebeden kalabilme umudundakilerin duruşu da elbette aynı değildi. Bir pencerenin manzarasıydı esas olan ve bu manzarada kendine yön bulmak, rol biçmek, gereğince sorumluluk alarak yolu bitirmek mevzuu. Yolcusuz yolların bir anlamı yok ise, yolu; yürünebilir, yüründükçe renkendirilebilir ve geriye bizden sizden izler bırakabiliriz. Bu izlerle tarih varolmadı mı? Sadece dersler mi alındı geçmişin izlerinden ve yalnızca bir krolojik takvim miydi bizlere binlerce yıldan beri biriktirilen? Elbette öyle basit değil. Sanatın doğuşu da vardı onun içinde, insanın özü, varokuş amacı, kendinde diğerini görebilmek, farklılıklara hoşgörü ve hırstan, egodan uzak bir dinginlik...
Hayat her ne kadar bir masal değilse de onu anlaşılır, yaşanır, katlanılır bir masal kılabilmek imkansız değil. Sevmek, paylaşmak, anlayabilmek, anlatabilmek, yeri geldiğinde diğerlerinin de; eli, ayağı, sözü olabilmek...
Benle mutlu olunamayacağı kati bir gerçek ise, bizli denenle bunun hayat bulabileceğini iman etmek; en akıllıca, en mantıklı, en vicdani ve kısacası en insani yoldur. Bu yolda buluşabilmek dileğiyle.
Oğuzhan KÜLTE
5.0
100% (3)