1
Yorum
15
Beğeni
4,8
Puan
244
Okunma
2-Ruh Var mı? Modern Felsefede Ruhun İzini Sürmek
İnsan, yalnızca yaşayan bir organizma mı? Yoksa düşüncelerimizin, hislerimizin, içsel sessizliğimizin ardında, maddeyi aşan bir şey mi var? “Ruh” dediğimiz şey, binlerce yıldır bu sorunun kısa cevabıydı. Ama modern çağda, bu kelimeyi telaffuz etmek bile artık cesaret istiyor.
Ruhun Zihinsel Haritası: Kavramdan Kaçış
Antik çağlarda ruh, yaşamın ve bilincin özüydü. Platon için ruh, idealar dünyasına ait olan, ölümsüz bir varlıktı. Aristoteles, onu bedeni harekete geçiren "ilk edim" olarak tanımladı. Ortaçağ boyunca dinî düşünceyle iç içe geçti ve Tanrı’yla ilişkilendirildi.
Ama modern felsefe geldiğinde işler değişti. “Ruh” sözcüğü, giderek mitolojik bir anlam yüklenmiş gibi algılanmaya başlandı. Onun yerini “zihin”, “benlik”, “özne” gibi kavramlar aldı. Artık “ruh” yerine daha nötr, daha analitik ifadeler tercih ediliyordu. Peki, kavramı atınca gerçeği de attık mı?
Descartes ve İkilik: Düşünen Şeyin Gölgesi
Descartes, ruh meselesini bilimsel zemine taşıyan ilk büyük modern düşünürdü. Ona göre beden ve ruh iki ayrı tözdü: biri maddi, diğeri düşünsel. "Düşünüyorum, öyleyse varım" derken kastettiği, düşünebilen, şüphe edebilen, hissedebilen bir "özne"ydi. Ruh, burada öznenin ta kendisiydi.
Ama bu ikilik beraberinde bir problem doğurdu: Zihin ve beden nasıl ilişki kurar? Fiziksel olmayan bir töz, fiziksel olanı nasıl etkiler?
Bu soru, modern felsefeyi on yıllarca meşgul etti. Çünkü cevap bir türlü tatmin edici olamıyordu.
Ruhsuz Zihin Kuramları: Fizikalizmin Cevabı
20. yüzyılda ortaya çıkan davranışçılık ve daha sonra ortaya çıkan fizikalist yaklaşımlar, tüm zihinsel süreçleri beyne, sinapslara ve kimyasal tepkimelere indirgedi. Ruh, artık "ölçülemez" olduğu için tartışma dışı bırakıldı.
Gilbert Ryle, Descartes’ın yaklaşımını küçümseyerek "makinedeki hayalet" ifadesini kullandı. Zihin, artık davranışlarla tanımlanıyordu. Bilinç? O da nöral bir yanılsamaydı. İnsanın iç dünyası, nörobilimsel terimlerle çözülebilirdi.
Ama çözülmedi.
Çünkü hâlâ kimse bir melankolinin, bir vicdan azabının ya da bir hatıranın içsel derinliğini deneyimsel olarak neden yaşadığımızı açıklayamıyor.
Bilincin Direnişi: Ruh Geri mi Dönüyor?
Bütün bu fizikalist açıklamalara rağmen “bilinç” sorunu yerli yerinde duruyor. Thomas Nagel, “Yarasa olmak nasıl bir şeydir?” sorusunu sorarak gösterdi ki, hiçbir dışsal gözlem, bir varlığın öznel deneyimini tam olarak açıklayamaz. Yani siz bir yarasanın her türlü özelliğini,davranışlarını,,fizyolojisini ve biyolojisini bilebilirsiniz , çözebilirsiniz ama yarasa olmanın nasıl bir şey olduğunu sadece yarasanın bilebileceğini öne sürmüştür. Bu öznel alan, belki de ruhun günümüzdeki yeni adıdır.
David Chalmers da “zor problem” ifadesiyle bu noktaya parmak basar: Bilinç neden vardır? Hangi biyolojik süreç, öznel yaşantı doğurur?
Bilinç, ruhun artık yeni formudur belki: Ölçülemez, hesaplanamaz ama inkâr da edilemez bir deneyim alanı.
Ruh ve Sınırları: Kant ve Sessiz Varsayım
Immanuel Kant, ruhu ne kanıtlanabilir ne de yalanlanabilir bulur. Ona göre, “kendinde şey” olan varlığımızı hiçbir zaman tam olarak kavrayamayız. Ama ahlaki eylemde bulunmak için onu varsaymak zorundayız. Yani ruh, spekülatif değil; pratik bir zorunluluk haline gelir.
İnsan, yalnızca açıklayan değil; aynı zamanda sorumluluk taşıyan bir varlıktır. Bu sorumluluğun zemini de maddeyle açıklanamayacak bir “öz” içerir.
Sessiz Bir İz: Tasavvufun Gölgesindeki Ruh
Tasavvuf, burada yalnızca felsefenin arkasında duran bir yankı gibi belirir. Ruhun varlığını tartışmaz; onu yaşanabilir, hissedilebilir bir gerçeklik olarak kabul eder. "Sen kendini küçük bir cisim sanırsın, oysa koca bir âlem gizlidir sende." Bu yaklaşım, ruhu teoriye değil, deneyime bağlar. Bu noktada felsefenin sorduğu “var mı?” sorusu, yerini şu soruya bırakır: “Nasıl yaşanır?”
Tasavvuf burada felsefeyi tamamlamaz; ama onun yanında bir dip akıntısı gibi akar. Derinleştirir.
Var Olanın Gölgesi mi, Öz’ü mü?
Ruhun varlığını kesin olarak kanıtlamak mümkün değildir. Ama yokluğunu da aynı netlikte savunmak mümkün değildir. Çünkü insan yalnızca düşünen değil; hisseden, anlam arayan, acı çeken ve ölüme anlam yükleyen bir varlıktır. Bu anlam arayışı, bizi sadece nörobilimin değil; aynı zamanda metafiziğin sınırlarına götürür.
Ruh, belki de insanın kendi üzerine eğilmiş sorusudur: “Ben neyim?”
Cevap her zaman sessizdir. Ama bu sessizlik, düşüncenin en gürültülü hâlidir.
5.0
80% (4)
4.0
20% (1)