0
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
177
Okunma

"İnsan sevdiği şeyi koruyamıyorsa, neden sever ki?" -Yaşlı Ziya
Dedemin son sözleriydi bunlar. Yüzünün kırışıklıklarında biriken yaşlar, odadaki sessizliğin içine düşen dolu taneleri gibiydi. O gün anlamıştım; bazen insanın içinde taşıdığı sevgi, dışarıda bıraktığı izlerden daha derin olabilirmiş.
1998 yılının baharıydı. Toros Dağları’nın eteğindeki köyümüz, sabahları sis perdesinin ardından usulca kendini gösterirdi. Evimizin bahçesindeki nar ağacının dalları, annemin astığı çamaşırlarla selamlaşırdı. Rüzgâr, çamaşırların arasından geçerken onlara can verir, havada dans ettirirdi. Ben de o sırada bahçedeki toprak yolda, annemin "sahip çıkamıyorsan neden istiyorsun" dediği eski bisikletimle dolanırdım.
Adım Ferhat. On iki yaşındaydım o zamanlar. Benden küçük iki kardeşim, Ayşe ve Kerem, daha okula başlamamıştı. Kardeşlerimle aramda tam yedi yıl vardı. Yedi yıl, babamın uzaklarda çalıştığı, annemin gözlerindeki hüznün sebebini anlamadığım yedi yıl. Babam geri döndüğünde hayatımıza sanki hiç ayrılmamış gibi devam etmişti. Ben ise yokluğunu sorgulamayı bırakmış, varlığını kabullenmiştim. Sonradan öğrendiğim kadarıyla, babam doğu illerinde bir baraj inşaatında çalışmıştı o yedi yıl. Ancak dedemin söylediği bir söz, içimdeki şüpheyi hiç dindirmedi: "Bu dünyada her insan kendi hikâyesini yaşar, bazıları da yaşadığı hikâyeyi anlatmaz."
Köyümüzün konumu, iki farklı dünyayı birbirine bağlayan bir köprü gibiydi. Bir yanında dağlar, diğer yanında uçsuz bucaksız ovalar uzanırdı. Kasabaya inen tek yol, çam ağaçlarının gölgesinde kıvrıla kıvrıla ilerler, bazı günler köye gelen küçük minibüs bizi şehre götürürdü. Şehre gittiğimizde babam hep aynı yere uğrardı: Saat Kulesi’nin yanındaki küçük kitapçıya. Sahibi Zeki Amca, babamın eski bir arkadaşıydı. Raflarındaki kitaplar okyanusa dökülen nehirler gibi çeşitliydi. Zeki Amca’nın sözü vardı: "Her kitap, içinde başka bir dünya taşır. Ama her insan da içinde bir kitap."
Hayatımız, mevsimlerin değişimiyle akan bir ırmak gibiydi. Kışın kar yağdığında köy yolları kapanır, okula gidemezdik. O zamanlar dedem bizi etrafına toplar, eski bir radyodan çıkan cızırtılı sesler eşliğinde hikâyeler anlatırdı. Bir keresinde bana bakıp aniden şöyle demişti:
"Ferhat, bir gün saatin kaç olduğunu öğrenmek istersen, asla saate bakma."
Ne demek istediğini sorduğumda gülümseyerek cevap vermişti:
"İnsanlar zamanı bildiklerini sanır, oysa zaman insanları bilir."
O zamanlar dedemin sözlerini anlamazdım. Anlayacağım günü beklerdi sözleri, tıpkı bahçemizdeki nar ağacının meyve vermesini beklediğimiz gibi.
O yılın sonbaharında her şey değişti. Önce ağır bir yağmur bastırdı. Köyün deresinden gelen suyun sesi, evimizin duvarlarına çarpıp bizi uyandırdı. Babam hızla fırlayıp dışarı çıktı. Penceremden baktığımda, insanların evlerinden çıkıp telaşla koşuşturduğunu gördüm. Derem kanepenin üzerinde oturmuş, dışarıdaki hengâmeyi izliyordu. Gözlerindeki ifadeyi hiç unutamam. Sanki olacakları önceden görmüş gibiydi.
"Geliyorlar," dedi sadece.
Kimlerin geldiğini sormaya fırsat bulamadan, annem odaya girdi ve bize hemen giyinmemizi söyledi.
Eşyalarımızı toparlamamıza izin vermeden, sadece sırtımıza giyebildiğimiz kıyafetlerle evden çıktık. Dışarıda köylülerin çoğu toplanmıştı. Babam yanımıza geldi ve bana küçük bir çıkın verdi.
"Bunu al ve iyi sakla," dedi. "İçinde sana lazım olacak şeyler var."
Çıkını açtığımda içinden dedemin eski pusulası, birkaç fotoğraf ve bir defter çıktı. Defterin içi boştu, sadece ilk sayfasında dedemin el yazısıyla yazılmış bir cümle vardı: "Gittiğin yeri unutma, vardığın yeri yaz."
O gece köyümüzden ayrıldık. İnsanlar minibüslere, traktörlere ve at arabalarına dolmuştu. Babam ve annem konuşmuyordu. Kardeşlerim korkudan titriyordu. Ben ise bahçemizdeki nar ağacına son kez baktım. Dallarında yeni olgunlaşmaya başlayan narlar vardı. Birini koparmak için geri dönmek istedim ama babam kolumdan tuttu.
"Bazı şeyleri geride bırakmak zorundayız," dedi. "Ama burada büyüyen her şey bizimle gelecek."
Anlamadım o zaman ne demek istediğini. Nasıl gelecekti bizimle bahçemizdeki ağaç?
Yolculuğumuz üç gün sürdü. Önce kasabaya, oradan da büyük şehre gittik. Babamın arkadaşı Zeki Amca bizi karşıladı ve küçük, rutubetli bir apartman dairesine yerleştik. Şehir, köyümüzden çok farklıydı. Sokaklar dar, binalar yüksek, insanlar telaşlıydı.
Geceleri uyuyamıyordum. Pencereden baktığımda, köydeki gibi yıldızları göremiyordum. Onların yerini neon ışıklar almıştı.
Okula başladığımda zorluklar yaşadım. Şehir çocukları farklı konuşuyor, farklı oynuyor, farklı gülüyordu. Bana köylü diye sesleniyorlardı. İlk zamanlar bu beni incitiyordu, sonra alıştım. Babam her akşam işten yorgun dönüyor, annem temizliğe gittiği evlerde yaşadıklarını anlatıyordu. Kardeşlerim yeni hayata daha çabuk alıştı.
Bir gün okuldan dönerken küçük bir parktaki bank üzerine oturdum. Yanıma yaşlı bir adam geldi.
"Ne düşünüyorsun delikanlı?" diye sordu.
"Evimi," dedim. "Nar ağacımızı."
Gülümsedi. "Biliyor musun, ben de senin gibiydim. Bir köyden gelmiştim buraya, yıllar önce. Benim de geride bıraktığım bir zeytin ağacım vardı."
"Peki sonra ne oldu?" diye sordum.
"Burayı da sevmeyi öğrendim," dedi. "Ama zeytin ağacımı hiç unutmadım."
Eve döndüğümde babamın verdiği deftere bu konuşmayı yazdım. İlk yazımdı bu. Sonra her gün bir şeyler yazmaya başladım. Okulda yaşadıklarımı, sokakta gördüklerimi, rüyalarımı... Yazarak köyümü, nar ağacımı yanımda taşıyordum.
Aradan yıllar geçti. Liseyi bitirdim, üniversiteye girdim. Gazeteci olmak istiyordum, insanların hikâyelerini anlatmak için. Bir gün haberlerden öğrendik; köyümüz artık yoktu. Baraj sularının altında kalmıştı. İşte o zaman babamın yedi yıllık yokluğunu, dedemin son sözlerini ve neden apar topar köyden ayrıldığımızı anladım.
Babamı karşıma aldım ve sordum: "Neden bize hiç anlatmadın? Neden bizi hazırlamadın?"
Uzun süre sessiz kaldı. Sonra cebinden küçük bir şey çıkardı. Bir nar tanesi. Kurumuş, kahverengileşmiş.
"Köyden ayrılırken bahçeden aldım," dedi. "Sana vermeyi düşünüyordum ama hazır değildin."
Nar tanesini avucuma bıraktı. Küçüktü, hafifti ama içinde bir ömrün ağırlığını taşıyordu.
"Dedem son nefesinde ne demişti biliyor musun? ’İnsan sevdiği şeyi koruyamıyorsa, neden sever ki?’ Biz köyümüzü koruyamadık ama sevgimizi koruduk. Sen de öyle yap. Gittiğin her yere sevgini götür."
O gece defterime uzun bir hikâye yazdım. Nar ağacımızın hikâyesini. Artık anlıyordum dedemin ne demek istediğini: Saatin kaç olduğunu öğrenmek için saate bakılmaz, çünkü zaman bir yerde durmaz, akıp gider. Ama sevgi durur, kök salar ve büyür.
Bugün otuz yaşındayım. Dünyanın birçok yerini gezdim, birçok insanın hikâyesini yazdım. Ama en çok kendi hikâyemi anlatmak istedim. İçinde büyüdüğüm köyün, bahçemizdeki nar ağacının ve dedemin sözlerinin hikâyesini.
Geçen hafta bir arkeoloji haberine gittim. Baraj seviyesi düşünce eski köyümüzün kalıntıları ortaya çıkmıştı. Orada, sular çekilince beliren çamurlu toprakta küçük bir fidan gördüm. Yaklaşıp baktığımda tanıdım: bir nar fidanı. Belki de bizim bahçemizdekinin tohumlarından büyümüştü.
Yanımda taşıdığım nar tanesini toprağa gömdüm. Kim bilir, belki bir gün o da filizlenir.
Şimdi defterin son sayfasını çeviriyorum ve dedemin sözlerini tekrar ediyorum: "İnsan sevdiği şeyi koruyamıyorsa, neden sever ki?"
Cevabı buldum sanırım: Sevmek, korumaktan daha güçlü bir eylemdir. Sevgi, sulara gömülen bir köyden bile filizlenip yeniden hayat bulabilir.
Tıpkı nar ağacı gibi.
Turgay Kurtuluş